Kategori arşivi: Profesyoneller

Duygu Alptekin

 

Ben sanırım iş hayatı ile ilgili hayallerimi tiyatrocu ya da şarkıcı olmak üzerine kurgulayanlardandım. Bu konuda özel bir şey yapmadımsa da ilkokul 4’e gelip de Anadolu Liseleri sınavına hazırlanmaya başlayana kadar bu böyle devam etti, tabii bu arada doktor olmak da hayallerimi süsledi. Ne zaman ki ergenlik dönemi başladı, yatılı okul hayali her şeyin önüne geçti, özgürlük ve bağımsızlık kavramı altında İzmit’ten kalkıp İstanbul’a gelmek büyük işti. Sanırım her şey de bunun sonrasında değişti. Robert Kolej’de okuduğum yıllarda müzikallerde oynamak, koroda şarkı söylemek, dans ve müzik gruplarında yer almak beni çok mutlu ve tatmin hissettirdi. Akademik başarı ve özgürlüğümü bir an evvel kazanma duygusu ile Amerika’da tiyatro ve ekonomiyi beraber okuma azmindeyken yetersiz burs alınca Türkiye’de kaldım ve Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirdim. Hayal kırıklığı oldu mu, evet belki ama üniversiteli bir genç olarak müzik ve sanat konusunda şehrin hakkını verdiğimi düşünüyorum. 🙂

Bu süre zarfında diplomat olmak cazip gelmişken Ankara, diplomasi sınavı ve oradan oraya 2-3 yılda bir taşınma korkusu ile bu sevdadan vazgeçip, seçmeli derslerimde gördüğüm psikoloji, reklam ve pazarlama dersleri sayesinde uluslararası şirketlerin pazarlama bölümünü kendime uygun buldum. Ne de olsa hızlı tüketim malları sektöründe marka yönetimi, beni işlerin merkezinde tutacak, seyahat etmemi ve yeni kültürleri tanımamı sağlayacak, sürekli yaptığım sunumlar ile sahnede olma arzumu tatmin edecekti. Nitekim, Unilever’de yaptığım staj ve sayısız mülakat sonucu Unilever’de pazarlama görevine 1996’da başladım. İşimin en güzel yanını, tüketici psikolojisini ve motivasyonlarını anlamak, zorlu süreçleri çözmek ve yönetmek, strateji oluşturmak, yaratıcılığımı kullanmak ve takım olarak çalışmak olarak adlandırabilirim. Sadece 1 yıl sonra IK danışmanlığı şirketlerinden birinin Orta Asya tecrübemi kıymetli bulması ile Coca-Cola şirketine en genç transferlerden biri oldum, sonrası ise sanırım tabiri caiz ise tam bir “roller coaster” gibiydi. 2009’a kadar çalıştığım Coca-Cola’da Türkiye başta olmak üzere Orta Asya Bölge ofisinde Bölge Pazarlama Direktörlüğü, Türkiye, Orta Asya, Orta Doğu, Doğu Avrupa, Rusya ve Hindistan gibi ana ülkelerin de olduğu 50 ülkelik Grup Bölge ofisinde Strateji ile pazarlama yetkinliklerinden sorumlu Pazarlama Direktörü olarak görev yaptım. Bu süre zarfında sadece kendi takımımda değil uluslararası bir çok projede ve global marka takımı ile strateji geliştirme konusunda çalıştım. En son olarak terfi ettiğim görev ise hayalim olan Türkiye’nin Pazarlama Direktörlüğü idi, dünya pazarlarında Coca-Cola içinde 13. sırada olan Türkiye aklımdaki en son yerdi. Nedense yurt dışına taşınmak ve Genel Müdür olmak ile ilgili hayalim hiç olmadı, sanki gerçek iş yapmayacakmışım hissi uyandırıyordu bu pozisyon ben de. Sanırım, bütün bu zaman boyunca endişe ettiğim diplomasi görevinde edebileceğimden daha fazla seyahat ederek aslında diğer kültürlerle çalışmanın keyfini çok önemsediğimi anladım. O yüzden de kendime dünya vatandaşı demek hoşuma gider.

O zamanki ve bugünkü deneyimimle azim, harekete geçme, iletişim, disiplin ve inançlı olma becerilerim beni hem kurumsal hayatta hem sonrasındaki girişimci hayatımda besledi hatta büyüttü. Annemin söylediği “olmak istediğin kişi gibi ol” ve orta okul yıllarımdan hatırladığım, “insanı giysileri insan yapar” sözleri kendimi konumlamak istediğim yerlerde bana çok yardımcı oldu. Bu tabirler, dış görünüme seslenirmiş gibi gelse de kulağa “ben kimim?” yerine “ben kim olmak istiyorum?” soruları hep çaba ve çalışma motivasyonu sağladı bana.

Hatırladığım en önemli mihenk taşı ise işe başladığım günden itibaren psikoloji, kişisel gelişim ve liderlik üzerine okumalarım ve araştırmalarım oldu. Ne zamanki Pazarlama Direktörü /GMY oldum, o zaman bir sonraki adımı bu alanda yapma fikri oluşmaya başladı. Aldığım 6 aylık Liderlik Koçluğu hizmeti üzerine, hayatım boyunca yapmak istediklerim ve bırakmak istediğim liderlik izi için düşünceler oluşmaya başladı, güçlü yanlarımı, değerlerimi önüme koyarak planladığımdan biraz evvel (6 ay kadar 🙂 ) geçici ama zorlu sağlık problemleri sebebiyle kurumsal hayattan ayrıldım. Tam olarak nasıl ilerleyeceğime emin olmadan, ilk defa akışa bırakarak Adler International Central Europe ile temel Koçluk Eğitimimi ve sonrasında Adler Kanada ile sertifikasyon sürecimi tamamladım. Sonrasında iletişim, liderlik, NLP, takım ve grup koçluğu eğitim ve sertifikasyonları bunu takip etti. 2010 yılında Duygu Alptekin Koçluk, Danışmanlık ve Eğitim Hizmetleri de böyle doğdu.

Yeni mesleğim bana olmak istediğim insan olmak konusunda alan sağladı, sakinliği, dinlemeyi, empati kurabilmeyi en çok da insanların yüreğine dokunabilme imkanı verdiği ve içlerindeki yetenek ya da kaynağı açığa çıkararak kendilerine olan güvenlerini tazelemeleri benim ana motivasyonlarımı oluşturdu. Şu an uluslararası ve Türkiye bazlı eğitimler alarak, şirketlerin yerel ve uluslararası Liderlik gelişim projelerinde çalışarak dünya vatandaşı olmaya devam edebiliyor, mesleğimin de bir gereği olarak sürekli gelişimimi destekliyorum. Liderlik  Koçluğu ile kişilerin marka olma, lider olma ve kişisel gelişim üzerine bir denge kurabilmelerinde de geçmiş ve şu anki kariyerimin bir sinerjisini yakaladığımı düşünüyorum. Önceliklerimi belirlemek, dengelemek, sadece iş değil özel, sosyal, sağlık ve sosyal sorumluluk alanlarında da bir denge oluşturmak yeni hayatımın odak noktası. Şu an Bilgi Üniversitesi MBA programında Liderlik dersi veriyor, genç arkadaşlara yolun başında yardımcı olmaya çalışıyorum. Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneği Yönetim Kurulu üyesi ve Kagider üyesi olarak da sosyal alandaki çalışmalarıma devam ediyorum, kurumsal hayatın getirdiği aidiyet duygusunu tekrar yakalamak benim için çok keyifli. 🙂

Ne istediğini bilmek, sürekli öğrenmek, esnek olabilmek, doğru bildiğin ile ilgili bir liderlik inancı geliştirmek, gelecekle ilgili bir vizyon sahibi olmak en çok da “kim olmak” istediğimi düşünmek ve harekete geçmekten çekinmemek benim hikayem de belirleyici oldu. Benim hikayem böyle, sizin de hikayelerinizi duymak  arzusu ve sevgilerimle,

 

Duygu Alptekin
Profesyonel Liderlik Koçu, Danışman ve Eğitmen

www.duygualptekin.com
https://twitter.com/DuyguAlptekin
http://tr.linkedin.com/in/duygualptekin

 

 

Yağmur Uraz Saraç

TED Ankara Kolejini bitirdikten sonra, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girerek İstanbul maceramı başlattım. Üniversitede öğrenciyken, ilk defa bir aile dostumuz kendi şirketlerinde avukat yamağı olarak çalışmam konusunda beni teşvik etti, daha sonra yine öğrenciliğim devam ederken Entes  İnşaat şirketinde çalışmaya başladım. Şimdi geçmişe baktığımda Entes’in benim ufkumu görgümü gerçekten arttırdığını düşünüyorum ve orada çalışanları, şirketin sahiplerini özelikle Av. Mithat beyi ve Genel Md yardımcısı Teoman beyi sevgiyle  anıyorum.

Çocukluğumda babamla en son seyahatim  6 yaşındayken beraber İngiltere’ye gidişimizdi, babamın THY’deki hizmetleri karşılığında pas bilet hakkımız vardı ve bu seyahat onunla ilgili son hatıramıdır. Sanırım bu nedenle THY’nin kalbimde özel bir yeri oldu. THY’nin avukat aradığını öğrenince,bu motivasyonla hemen başvurup sınavına girdim ve  kazandım. THY hukuk müşavirliğinde avukat olarak çalıştım. THY sayesinde hem iş hem tatil bahanesiyle dünyanın birçok yerini gördüm. Daha sonra amirlerim, hukuki bilgim ve kişilik özelliklerim nedeniyle THY’nin personel müdürü olarak   THY’deki yolculuğuma devam etmem hususunda beni desteklediler. 4  yıl bu görevi zevkle sürdürdüm. Daha sonra havayollarına danışmanlık yaptım.

Hep IT sektörü ilgimi çekmiştir, Doruknet’ten IK departmanını kurmam istenince bu defa  Doruknet’te  bu görevi gerçekleştirdim.  Bu vesile ile Bilişim hukuku diye birseyin varlığından haberdar oldum. Sabiha Gökçen Havalimanı kurulunca bu defa havacılık sevdam ve hukukçuluk sevgim ağır bastı ve burada  avukatlığa geri döndüm.

Hukuk fakültesine girmemi annem çok istemişti. Ona göre ben ya eczacı ya avukat olmalıydım.  Ona göre , kendi kendinin patronu olabileceğin iki iş buydu. Sonunda ben de, kendi işimin patronu olmayı tercih ettim.  Artık, kendi ofisimde  avukat olarak çalışıyorum.  Kendine göre zorlukları var ama annem haklıymış, kendimin patronu olmanın da keyfi başka.

Yeni avukat olacakların, öncelikle serbest olarak mı yoksa bir şirket bünyesinde mi çalışmak istediklerine karar vermeleri gerek. Bu ikisi arasında geçiş maalesef kolay olmuyor. Birinde ay sonunda ne kadar alacağınızı bilirken hayatını düzene koymak çok daha basit. İnsan alışkanlıklarından kolay kurtulamıyor. Bu nedenle üniversitedeyken mutlaka hem bir avukat yanında, hem de bir şirkette çalışmak gelecekte ne istediğiniz belirlemekte size yol gösterecektir.  Her ikisinde de avukatlardan çok şey bilmesi bekleniyor. Bu nedenle, temel hukuksal konular hakkında genel bir bilginiz olmasında fayda var, ama mutlaka uzman olmak istediğiniz bir konuyu da belirleyerek kendinizi geliştirmeniz gerekli.  Bunun yanında gerek dünya da gerek Türkiye’deki gelişmeleri takip etmeniz de önemli. Hukuk yaşanmış hayatlara, olaylara göre belirlendiğinden, bazı hukuksal  konularda öncü olabilirsiniz.

Avukatlık hem zevkli, hem de zor bir meslek. Duygusal olarak sağlam olmanız şart.  Kimse nikah memurları gibi  sadece mutlu olayları paylaşmak konusunda  şanslı değil. Hele biz avukatlara derdi olmayan gelmiyor. Bir çok kişinin avukatı olurken aynı zamanda dert ortağı oluyorsunuz. Bazen öyle bir empati kuruyorsunuz ki, o dert sizin derdiniz oluyor. Bu konuda sadece vekil olduğunuzu unutmamanız gerek.

Davaları kazanıldığında sevinsek de kaybettiğimiz de de üzülmemeyi öğrenmemiz  gerek.  Çünkü hukuk da  her zaman iki kere iki dört etmez. Benzer bir davayı kazanmış olabilirsiniz, ama hiçbir dava diğerinin aynısı olmadığını küçük farkların dahi sonuca etkili olabileceğini unutmayın.  Bu nedenle müvekkillerinize hiçbir zaman mutlaka bu davayı kazanırız  diye taahhütte bulunmamak  gerek, kazanmanızın muhtemel olduğunu belirtmenizde fayda var.

Tüm meslektaşlarımı ve bu mesleğe gönül vermiş ve  verecek tüm yeni avukat adaylarına saygılarımla,

 

Av. Yağmur Uraz Saraç
YS  Hukuk Bürosu
e-posta: [email protected]

 

Banu Çakar

Yunanlı filozof Plinius “Herkes kendisi için bir ibrettir, yeter ki insan kendini daha iyi tanımasını bilsin.” demiş. “Benim yaptığım daha önceden  bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir, başkasına değil, kendime anlatıyorum. Öğrendiklerimle hiç de yetinmiyorum. İnsanın kendini anlatmasından daha zor ve daha faydalı hiçbir şey yoktur. Üstelik meydana çıkmak için insanın süslenmesi, kendine çekidüzen vermesi gerekir. Ben durmadan kendimi düzenliyorum çünkü durmadan anlatıyorum.” diyen üstad Montaigne’ye de hak vermemek mümkün değil…

Ben kimim diye anlatmam gerekirse ;

Banu Çakar Kadıköy’ doğumlu. Tombik bir bebek(şimdilerde tombik değil çok şükür) sonra haşarı bir kız çocuğu, yaramaz, yerinde duramayanlardan, dursa daralanlardan…Annesi şöyle diyor ki; “Sen beş erkek çocuğa bedeldin.” Çocukken en sevdiği şey arkadaşları ile yaptığı koşu yarışları ve ayva ağaçlarına dalmak, dalından o sapsarı ayvayı koparıp dişlemek…

İlkokula giden çocukları izlerken “bende gidicem” diye ağlayarak annesini çekiştirdiği zamanlar ve ilkokul müdürünün odasında, müdürün onu karşına oturtarak, birtakım sorular sorması (-hayatımdaki ilk mülakat rüzgarı o anda başlamış sanırım-) “başlayabilir” yani kısacası kafası basıyor yorumunun ardından, kırmızı çantası ve o zamanlar siyah önlüğü! ile(-ama çok şükür ki daha sonra Allah’ın sevgili bir kulu akıl etti de çocukların okul hayatına adım attıklarında üzerinde geçirilen siyah şey, yeni rengini mavi’ye bıraktı-)5 yaşında başlayan okul hayatı, pamuk gibi bir ilkokul öğretmeni…(-Nevin Hamitoğlu hocam, sizi hiç unutmadım-) ve okuma-yazmayı orda söküyor kızımız ve bir daha hiç hız kesmeden okul yaşamına devam ediyor.

“Hangisi iyidir ? İnsanda güç sahibi olma duygusunun yükselmesi, bu güce sahip olma arzusu ve benliğindeki güç. Hangisi kötüdür ? Zayıflıktan gelen herşey. Mutluluk nedir? Gücün yükselmesi ve bir direnişi kırmış olma duygusu..”

(F.Nietzsche)

Başarılı denilen cinsten bir öğrencilik hayatı oldu, teşekkür aldı, takdir aldı. (-Halbuki başarı denen şeyin okulda teşekkür, takdir almaktan ibaret olmadığını söylemek istiyorum. Bunlar önemli bile değil benim gözümde…okul hayatı önemlidir kabul ancak hayatta “başarı” denen olguda ki payı oldukça azdır. Hayatı nasıl gördüğünüz, nasıl algıladığınız ve yaşamınızdır sizi başarılı kılan ve budur bence beni başarılı kılan-) Üniversite ile devam ediyoruz : Uludağ Üniversitesi İ.İ.B.F “Maliye” bölümüne 2.olarak girdi. (-Üniversite tercihlerinde iyi ki Sosyal Antrolopoloji yazmadı, yoksa ne olurdu hali, vahim! şimdi kısmen antrolopog ama diplomasızından, İK’cı=Bir nevi antropolog-) Üniversite Bursa-İstanbul hattında bitiyor. O zamandan dostlukları hala hayatta, “bütün kızlar toplandık” tadında anılar, kopmayan bağlar…

Üniversite bitince Eczacıbaşı Yapı Gereçleri A.Ş’de staj yapıyor ve akabinde üniversite yıllarından beri hedeflemiş olduğu İnsan Kaynakları alanında çalışmaya başlıyor. Bu arada Bahçeşehir Üniversitesi’nde yüksek lisans (MBA) eğitimini onur öğrencisi olarak bitiriyor. 2010 yılında Yüksek lisansına devam ederken Türkiye çapında katıldığı bir yarışma ile European School of Economics’te “Visionary Leadership for Turkey” adı altında burslu olarak Floransa’da Prof. Stefano D’Anna koordinatörlüğünde özel bir liderlik eğitimi almaya hak kazanan 40 öğrenciden biri olarak İtalya’ya gidiyor. Orda da her biri çok kıymetli hocalarla çalışıyor, müthiş dostluklar kazanıyor. Bu arkadaşları ile şimdilerde “Visionary Talks” isimli oluşumda beyin fırtınaları yapıyor, hayata geçirmeyi planladıkları türlü projeler/fikirler üretiyorlar.   Bir çeşit genius lab…Zeka ve hayalgücü kombinasyonu, bir çok farklı bakış açısının birleştirilmesi, pozitif ve destekleyici biçimler, yeni anlayışlar yeni kavrayışlar, parlak fikirler ve varılacak güzel sonuçlar.

Liderlik denen şey, içtenlik, sahicilik, dürüstlük, erdem ve onur içerir.“Kibar ikiyüzlülük” değildir ancak “art of acting” tir. Gerektiğinde rol yapmak, stratejik olabilmektir. Taahhütlerde bulunma ve bunları yerine getirme meselesidir. Devamlılık ve süreklilik içerir. “An” ı, bir süreç sonrasını, bugünü ve geleceği kapsar. Gelecek ile ilgili güven vermeyi, verebilmeyi kapsar. Hayal etmeniz gerekir. Bir tutkunuzun olması gerekir. Gerçekten yaşayan bir insan olmanız lazımdır. Liderlik denince aklımıza sadece birilerini yada bir grubu yöneten birini anlamamız gerekmez. Herkes kendinin lideridir. Sen ilk önce kendini yönetebiliyor musun? yoksa korkuyor musun? Bu kadar basit aslında ancak basitliğin karmaşıklığında…

Aralık 2010’da Türkiye’ye dönerek iş hayatına aynı hızla devam ediyor. Mart 2011’de “Kariyer İmgeleri” Sosyal Sorumluluk Projesinin ilk etkinliği olan “Kariyerimi Tasarlıyorum” yarışmasında, hayallerin kariyer hedeflerine, hedeflerin ise eylem planlarına çevrilmesinden hareket ederek kendi kariyerini ve düşünceleri anlattığı yazısıyla ülke çapında 3.oluyor.

2003 yılından beri de Türkiye’nin ilk 500 sanayi kuruluşu içinde olan şirketler grubuna ait iki firmanın tüm İnsan Kaynakları süreçlerinden sorumlu olarak çalışmaya devam ediyor.

İnsan Kıymetleri olarak, elimizde tuttuğumuz her insanımız bizim mücevherimiz…

 

“İnsan” ve “performans” yönetimi stratejilerinin önümüzdeki vizyonu biz İK profesyonellerinin sağ ve sol beyinlerini birlikte kullanarak oluşacaktır. Zeka ve kalp, beyin ve ruh, hayaller ve duygular, realiteler ve hayalgücü, sanat ve matematik, analitik ve sezgisel, şiirsel ve gerçekçi… “Her insan kendi geleceğini, İnsan Kaynakları ise insanlığın geleceğini şekillendirecektir.”

Mesleğini seviyor, okuyor, araştırıyor, takip ediyor, kişisel web sitesinde ve blogunda yazıyor, İK gündemini izliyor, insan kaynakları sistemleri le ilgili bir çok projede aktif olarak yer alıyor, kişisel gelişim alanı ile özellikle ilgileniyor, eğitim içerikleri hazırlıyor/eğitimler veriyor, bir İK profesyonelinin aynı zamanda bir “İnsan Mühendisi” olduğunu biliyor. Uzmanlık alanına giren konularda çeşitli dergilerde yazılar yazıyor, danışmanlık ve eğitim hizmeti sunuyor.

Bana ulaşabileceğiniz mail adresim : [email protected]

 

İnsan Mühendisliği, İnsan Kıymetleri (ben İnsan Kaynaklarına “İnsan Kıymetleri” demeyi daha çok seviyorum, sanki “kıymetleri” demek daha az materyalist bana göre), vizyonel liderlik, kişisel gelişim ve farkındalık, kişisel marka / imaj yönetimi, çeşitli eğitim içeriklerim ile hayata, aşka, ilişkilere, duyguya, felsefeye ve işe dair tüm yazı ve paylaşımlarım için kişisel web adresim : http://www.banucakar.com

 

Unutmayın, her insan değerlidir. Kendine özgüdür. Yetersiz yada başarısız insan yoktur. Sadece daha “az farkında”  insan vardır.


“Fark edin, farkında olun.”

 

Selim Arda Üçer

İnsan yazmayı ne kadar severse sevsin, bilgisayar ekranındaki beyazlık üzerinde beliren karakterleri çoğaltmak konusunda ne kadar hünerli olursa olsun; eğer yazması gereken konu kendisi ise o tuşlar basmaz oluyor. Hele bir de insan kaynakları gibi süslü lafların, son moda sözcüklerin görece daha fazla benimsendiği bir alandan geldiğini iddia ediyorsa klavyeyi hıçkırık tutuyor sanki…

Bu nedenle “Profesyoneller” bölümünde bir insan kaynakları çalışanı bulduk, bakalım kariyerle ilgili ne yazmış” diye iştahla sayfanın altlarını merak edenlere not; bu yazı aşk, evlilik ve tutku üzerine kaleme alınmıştır. Rica ederim beklenti yükselmesin…

AŞK

Seversin, kavuşamazsın, aşk olur…”

Âşık Veysel

Ailedeki iktisatçı popülasyonunun “teşviki!” ile Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü’ne girdiğimde, mezuniyet sonrası hangi mesleğe adım atacağımı bilmiyordum. Ama doğrusu ya hangi meslek dallarından uzak duracağım henüz ilk yarı yılın sonunda kesinleştirmişti. Tercihim, ikinci ve üçüncü sınıfta yaptığım Öğrenci Asistanlığı görevi sonrası akademik kariyere meyletmişti bile. Bu iki yıl boyunca öğrendiğim tüm bilgilerin yanı sıra okulun ne kadar zevkli bir yer olabileceğini de yeniden keşfetmiştim. Hocalarla iç içe bir çalışma ortamı, bilginin insanın etrafını sardığı okul duvarları, sürekli gençlere bir şey anlatma fırsatı bu aşkı tanımlayan nitelemeler oldu. Okul biter, uygun bir yüksek lisans programına kayıt olur ve asistanlık yapmaya başlarım diye düşünürken bir hocamın yönlendirmesi ile son sınıfta tezimi yazarken bir yandan da staj yapmaya karar verdim.

EVLİLİK

“Her şeyde olduğu gibi evlilikte de iç rahatlığı, zenginlikten üstündür.”

Jean-Babtiste MOLIERE

Tamamen bir tesadüf olarak Arthur Andersen İnsan Kaynakları Danışmanlığı Bölümü’nde başlayan stajımın kısa zamanlı çalışmaya dönmesi ile kararımı sorgulamaya başladığım dönem aynı zamanlara denk gelir. Romantiklere kötü bir haberim var; bu hikayede de aşk değil, mantık evliliği kazandı. Hem uzun süreli ilişkiler ve başarılı evliliklerin büyük aşklarla başlaması kural değil ya… Mantık evliliği ile başlar, sevgi zamanla aşka dönüşür, sonra aşk yerini sevgiye de bırakabilir. Haksız mıyım?

İşsiz kalma kaygısı ve kariyer tercihlerinden oluşan soru işareti yumağına tam çözüm bulamamışken; yüksek lisans programım İnsan Kaynakları Yönetimi, kariyer başlangıcım danışmanlık firması olmuştu bile. Arthur Andersen’de başlayan ve şirket birleşmesi sonrası Ernst & Young’da devam eden insan kaynakları serüveni, her genç erkeğin rüyalarının reklam arası olan askerlik ile “kısa dönem” ara verdi.

Şimdi düşünüyorum da danışmanlık, eğitim, proje gibi öğretici süreçleri yoğun olarak yaşadığım bu dönem olmasa, aklımın bir köşesinde daimi misafirliğini sürdüren akademik kariyerden çok kolay vazgeçemezdim. İnsan kaynakları alanında çalışan birinin sürekli bir öğrenme sürecinde olması zorunluluğu, sunumlarla kendini sınaması, eğitimci rolüyle sahnede yer almayı deneyimlemesi, her gün gelişen mesleğimizdeki yenilikleri takip etmek gibi etkenler akademik kariyer sevdasını bana unutturan argümanlar oldu.

Askerlik sonrası masanın diğer tarafına, yani firma tarafına geçmek ve insan kaynağını daha içeriden görmek istedim. Böylece danışmanlık sürecinde kurulan ve bir yere kadar getirilen sistemlerin ömürlerini, geçerliliklerini, gerçekten insana dokunup dokunmadığını görmeyi amaçladım. Doğrusu ya Berko İlaç’ta beş sene süren çalışmam boyunca bu amacıma da ulaştım.

Kuralları net, çerçeveleri birçok sektöre göre daha belirgin şekilde çizilmiş ilaç sektörünün ardından daha dinamik ve esnek bir yapısı olan Speak’te çalışmaya başladım. Türkiye’nin ‘yalnızca satışa odaklı hizmet veren ilk dışkaynak markası’ olarak kurulan Speak’in yanı sıra, kardeş şirket olan ve Türkiye’nin ilk ve tek “kadınlara özel” sosyal alışveriş sitesi olan Evoria.com’un İnsan Kaynakları Müdürlüğü görevini sürdürüyorum. Speak’te yaş ortalaması 24 olan Y Kuşağına insan kaynakları hizmeti vermeyi, satış ve ağırlıklı olarak çağrı merkezi sektörünün eğitim ve işe alım sistemlerindeki esneklikle yaşamayı öğrenirken, Evoria.com ile sosyal medyanın şekillendirdiği görev tanımları ile sistem kurmayı, teknoloji temelli bir organizasyon yapısına hizmet vermeyi deneyimleme şansım oldu.

TUTKU

“Zamanın iki boyutu vardır. Uzunluğu güneşe, derinliği tutkulara bağlıdır.”

Amin Maalouf

İş yaşamının dışında fotoğrafçılık, edebiyat ve Galatasaray ile ilgileniyorum. İlgileniyorum dediysem, her insan kaynakları profesyonelinin sıklıkla karşılaştığı ve özgeçmişlerde hobilerim bölümünü doldururken yazılan el alışkanlığı temelli bir ilgilenmeden bahsetmiyorum! Bir insanı tutkuyla sever gibi; zaman ayırarak, emek vererek, özleyerek… Ve elbette her istediği an kavuşamayarak. Öğrenmeye çalıştığım fotoğrafçılık ve edebiyat için düzenli bir çalışma programım var, bu programa uymaya özen gösteriyorum. Galatasaray ise bir tercihten öte durumda…

Bu kariyer yolu devam ediyor, o nedenle mutu son olup olmadığını daha sonra göreceğiz…

Görüşmek üzere.

Arda Selim Üçer
İK Müdürü

[email protected]

http://www.linkedin.com/profile/view?id=66353606&trk=tab_pro

Murat Girgin

Murat Girgin kimdir?

“Dem bu dem” derken geleceği her daim düşünüp sürekli hesaplayan, geçmişten ders çıkaran mesleğiyle mütenasip olmasa da geçmişe özlem (nostalji) hastalığı olan alaturka ruhta nev-i şahsına münhasır bir insandır.

Her birimizin hayatı, içerisinde başından sonuna dersler içeren birer bağımsız filmdir diye düşünüyorum. O yüzden filmin bugünkü sahnesine beni getiren özgün senaryonun başına sarmak lazım…

Akıllı ve yürekli bir ebeveynin prodüksiyonunda çekilen “Adam olacak çocuk” şahsiyetini mukallit bir afacanın kısa metrajlı bağımsız filmidir…
İnanılmaz yaramaz bir çocuk… İşine geleni yapan işine gelmeyeni çevirip yanmasına izin vermeyen bir hüdaverdi… Dede toprakları Sakarya’da doğmuş, soyunda mozaik bir gen haritası barındırır. 3 yaşından sonra Çamlıca’nın tepelerinde İstanbul’a bakmış gözleri açık… Her gördüğünü sorgulamış, annesine babasına sormadık soru bırakmamış ki eve beş ansiklopedi seti alacak bir bilgi seferberliği başlatmış…

Dolmuş ve otobüslerde herşeyi sorgulayan afacanın ilk proje üretimi 5 yaşında… Sokak arkadaşlarını çevresine toplayıp çizgi filmlerde görüp planını çizdiği çocuk kulübesini inşa etmek üzere koordinasyonu ailede bir tebessüm doğurmuş.

Ve ilkokul yılları… Yaramazlığı öğretmenini isyan noktası getirmiş olacak ki 3. sınıfın sonlarına doğru o kritik günü yaşıyor. Yediği sağlam bir azarlama sonrası o kadar utanıyor ki o gün itibariyle artık aklını kullanan çalışkan ve en mühimi daha efendi bir karaktere bürünüyor.

1 yıl boyunca harçlıklarından ve çalıştığı ufak işlerdeki kazancını biriktirerek 4. sınıfın başında gelecekteki mesleğinin habercisi ilk bilgisayarını alıyor. Çalışkanlığı nedeniyle hocalarının dersane eğitimine gerek görmemesi üzerine bilgisayar başında ders disketleri ile sorular çözüp hazırlandığı Anadolu Liseleri Sınavı’nda beklediği başarıyı sağlayamıyor.

Çok talihsiz ve muammalı bu kaybına rağmen Florya’da başladığı ortaokulun 3. haftasında yine başarılı bir öğrenci grafiği çizer. Tam da bu sırada İstanbul’da iki yeni Anadolu Lisesi açılmıştır ve ailesinin bir hayal kırıklığını daha yaşamaması adına gizli yürüttüğü kayıtlarda Gaziosmanpaşa Anadolu Lisesi’ni kazanır.

1 yıl Almanca hazırlık ve sonrasında 3 yıllık Almanca eğitim gördüğü derecelerle dolu ortaokul yıllarının ardından bugünkü kariyer hayatının mihenk taşı sayılan kararını verecektir. Bir yanda 7 senelik eğitim hakkını sürdürmek diğer yanda ise öylesine girdiği liselere geçiş sınavından çıkan sonucu değerlendirmek… Sınavda Profilo Anadolu Teknik Lisesi’nin İngilizce Bilgisayar Yazılım bölümünü kazanmıştır.

Her zaman olduğu gibi ailesinin manevi desteğiyle bir karar verir. Anadolu Lisesi’nden ayrılarak kaydını teknik liseye alır. Bu kez İngilizce hazırlık sınıfı okur ve ardından 3 senelik zorlu bir mesleki eğitim alır. Mesleğine dair disiplin ve teknik namına herşeyi burada öğrenecektir. 8 yıllık kesintisiz örgün eğitim kanunu da tam bu sırada gelir ve mühendislik ideali hayal olur. Ama bu da kaderin hazırladığı bir başka senaryo metnidir…

Lise yıllarının başında Türkiye’nin dört bir köşesindeki köy ve kasaba yollarına uzanan Anadolu seyrü seferlerine başlar. Bu seferler onun hayatına bakış açısını zenginleştirecektir.

Üniversite sınavlarına hazırlanırken lisede her dönem gelen okul birincilikleri ile mesleğe daha da sarılır. Artık hedefinde Boğaziçi Üniversitesi Yönetim Bilişim Sistemleri bölümü vardır.  Bölümü incelediğinde onun ideallerine ve yeteneklerine mühendislikten daha bir yatkın olduğunu görme fırsatını yakalamıştır.

İş hayatındaki ilk deneyimini lise yıllarında Siemens Türkiye’de 1 aylık yaz stajında yaşama fırsatı bulur.

Üniversite sınavında yine rutin hayalkırıklığı gelir ve önce 1,5 puanla Boğaziçi Üniversitesi’ni kaçırır akabinde ise 0,7 puanla Başkent Üniversitesi’nin burslu kontenjanına giremez. Bu talihsizlikler onu bir dahi kamçılar…

Aynı sene Başkent Üniversitesi Yönetim Bilişim Sistemleri’ne kayıt olur. Önce İngilizce hazırlık sınıfından muaf tutulur sonrasında ise 1. sınıfı takip eden tüm dönemlerde fakülteyi birincilikle tamamladığından üniversiteyi akademik başarı bursuyla okuyacaktır.

Teknik lise yıllarındaki mesleki kazanımlarının katkısıyla 4 yıllık Ankara serüveni fakülte ve bölüm birinciliğiyle son bulacaktır. Üniversite yıllarında Aygaz ve Siemens Business Services firmalarında yaz stajı yaparken profesyonel referanslar edinmeye başlamıştır. Bilhassa Aygaz’daki stajında Bilgi Teknolojileri departmanı müdürünün tavsiyelerini kulak ardı etmez, yazılım ve bilgi sistemleri üzerine teknik açıdan  çalışmalarla bu konudaki deneyimleri ve becerilerini geliştirir.

Üniversite son döneminde işbaşı eğtimi (on-the-job training) için seçimini Siemens Business Services’ten yana kullanır. Lojistik bölümü için satınalma sürecine yönelik yaptığı süreç analizi ve yazılım projesi ile 4 ay boyunca full-time çalışmasının karşılığı gelir.

Hiç aklında olmamasına rağmen bu analitik ve teknik çalışma ona diploma töreni öncesinde iş teklifi olarak gelir. 2006 Haziran ayında Fujitsu-Siemens Computers’te Yazılım Uzmanı olarak işe başlar. Yeniden yapılanma dönemi ile 3 ay geçmiştir ve açılan MIS departmanına MIS Mühendisi olarak transfer olur.

Şirketin tüm raporlama ve analiz sistemlerine olduğu kadar uygulama ve iş süreçlerine de hakim olacağı bu pozisyonun görünmez gücünü yadsımaz ve en ufak kırıntılarına kadar değerlendirir. Kısa zamanda şirketin karar destek sistemleri ve iş süreçlerine katkı sağlayan temel mimarileri kurmaya başlayacaktır.

2 senelik çıraklık (junior) devrini yeterli bulup askere gitme vaktidir. 2008 Haziran döneminde tekrar Fujitsu-Siemens Computers ve Fujitsu’da MIS Sorumlusu olarak görevine kaldığı yerden daha geniş yetkinlik ve sorumluluklarla devam eder.

Bu dönemde akademik camiaya özlem duymuş olacak ki Yönetim Bilişim Sistemleri ve İş Zekası alanlarında bilgi ve deneyimini paylaşmak üzere en yakın arkadaşıyla MIS Journal blogunu kurdu.

Aynı yıllarda özel hayatının dönüm noktası olacak Sakarya Üniversitesi’nde MBA programına başladı. Yüksek lisansı tamamladığı 2010 Mart ayında Mercedes-Benz Finansman Türk firmasında IT Yetkilisi olarak yeni kariyer durağından bir başka sefere yol alacaktır.

İş zekası projelerinin yönetimi ardından aldığı ek sorumluluklar ile bilgi ve deneyimlerini katmerleyeceği yeni bir döneme yelken açar.

2011 yılı başında yüksek lisanstan daha sonra farkedeceği bir arkadaşıyla tanışacak ve hayatı bir daha değişecektir. Yıllar sonra aradığı hayat arkadaşını bulmuştur ve artık bu filmin baş senaristi ve kurgu yönetmeni başrol arkadaşı tek ‘Arzu’su olarak değişir.

Bu arada IT Koordinatörü olarak kariyeri rüzgar almıştır.

İşte bu filmin her karesi aslında benim için kaderin algoritmasına bir kanıt olmuştur. Her kaçırdığım otobüsün ardından beni daha hayırlı duraklara götürecek vasıtalarda seyahat ettim.

Hayatım boyunca “keşke” sözcüğünü kullanmamakta hep titiz davrandım. Mesleğim gereği çok iyi analiz ederek tüm boyutları ve değişkenleri değerlendirmeyi severim. Sonunda benim için en doğru kararı aldığımı bildiğim için de kararlarımı yargılamam.

Hayatı planlı yaşayıp ne istediğini ve ne yapabileceğini bilmek gerekir. Şirketler ve devletler dahi plan yaparken bir bireyin hayatın ne yönden estiği bilinmez rüzgarlarına kendini yelkenleri fora pusulasız bırakması ne cesaret…

Aslında insanın mesleği karakterinin aynasıdır. Ben işimi seviyorum, çünkü bilginin çevresinde sürekli analitik zekamın delhizlerinde bir keşifle geçiyor zamanım. Hayatımın her noktasında binlerce uyarıcı var ve bu profesyonel yeteneğimi yaşamıma da yansıtmayı eviyorum.

Yıllardır Anadolu’nun en uzak köylerine kadar gezmemin, tarih, kültür ve doğa keşiflerimin altında yine bu karakterimin ateşleyici olduğunu düşünüyorum.

İnsanlarla cebimdeki paradan dahi değerli olan zihnimdeki bilgileri ve hatıraları paylaşmak adına bu seyyah deneyimlerimi de Gezi Jurnal blogumla yayınlıyorum.

Akademik yaşamdan kopma niyetinde değilim. Bu paylaşımları akademik bir çatı altında hayata hazırlanan arkadaşlara aktarabilmek ve hem kurumsal hem akademik bilgi ile deneyimlerimi paylaşabilmek orta vadedeki ideallerim arasında…

Hayat bu ideallere varabilmem için hangi bilinmeyen duraklara varmamı sağlar? Tek bildiğim niyeti hayırlı olanların akıbetlerinin de hayırlı olacağıdır. Geleceğin kıymetini bugünüyle bilen insanların olduğu bir gemide yol alıp indiğim duraktan kaptanı olacağım bir gemiye vira demek niyetindeyim.

İnsan önce kendini bilmelidir. Çünkü hayat her insana özel dikilmiş bir terzi işi kıyafet.

Giydiğini yakıştırmak lazım!

 

Murat Girgin
IT Koordinatörü, İş Zekası Proje Yöneticisi

 

Blog:

http://www.gezijurnal.com

http://www.misjournal.com

 

Twitter:

http://twitter.com/muratgirgin

 

Ayşe Dural

Bir profesyonel olarak mesleğimi ve yaptığım işleri kelimelere dökmek ne zormuş! Nereden başlayacağımı, nasıl başlayacağımı düşünüyorum bu satırları bile yazarken. Liseden başlamaya karar verdim! Ama önce mesleğimi yazayım da merak etmeyin: Gazeteciyim.

Ve işte, iş hayatımın bir dökümü.

Lise yıllarında kafamda avukat, psikolog, diplomat ve gazeteci olmak vardı. Avukat olmak istiyordum çünkü babam hukuk profesörü ve annem avukattı; psikolog olmak istiyordum çünkü lisede Madame Lilian isimli psikoloji hocamız bana psikolojiyi tanıtmış ve sevdirmişti; diplomat olmayı yurtdışında yaşamanın maceralı olacağını düşündüğüm için istiyordum; gazetecilerin hayatı büyülüyordu beni ve üstelik tek kanallı televizyonda yanılmıyorsam ‘Gazeteciler’ isminde bir diz vardı onun müptelasıydım. Sonunda şimdiki adıyla İletişim fakültesi o zamanın adıyla da Gazetecilik ve Halkla İlişkiler olan bölümü kazandım. Okuldaki dersleri sevmedim diyemem, ağır bir liseden sonra bana kolay gelmişti. Baktım kalemim de iyi, tekrar üniversite sınavına girmedim ve devam ettim. Bitirince de İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsü’nde okudum 1 yıl. Sonra Fransızca bildiğimi için Türkiye’ye gelen ilk yabancı dergi olan Marie Claire’le tanıştım ve başvurdum. Bana bir çeviri verdiler, çevirdim, çok beğendiler ve dergicilik maceram başladı. Yani ben dergiciyim.

Dergicilik insanın ufkunu açan, antenlerinin açık olmasını sağlayan, zevkli, dinamik ve çok eğlenceli bir iş. Çok sevdim dergiciliği. Röportaj yapmayı, araştırma yapmayı, haber yazmayı, haberin dilini dergicilikte öğrendim. Hiçbir gün aynı geçmez eğer bir dergide çalışıyorsanız. Her gün farklı bir haber, farklı bir insan tanır, haberin ya da konunun farklı bir boyutunu yakalarsınız. Hep bir adım öndesinizdir, fark etmeden pek çok şey öğrenirsiniz; nasıl derler malumat furuş bir vaziyetiniz olur yıllar içinde. Ben Marie Claire, Amica, Biba gibi kadın dergilerinde muhabirlikten başladım bu işe. Yani şimdiki gibi hemen editör ya da müdür olmadım. Olmak da istemezdim zaten, çünkü gazeteciliğin ve dergiciliğin en önemli pozisyonu muhabirliktir. Bu görevde 6-7 yıl kaldıktan sonra yazı işleri müdürlüğü ve ancak 4-5 yıl sonra yayın yönetmeni olunur. Yani tecrübe ister. Benim dergicilik hayatım da böyle gelişti. Marie Claire dergisinde 1990-1996 arası muhabirlik yaptım. Unutamadığım işlere imza attım. Mesela Gazze’ye, Suha Arafat ile görüşmek için gittim, Türkiye’deki ilk sigortalı fahişe ile görüşmek için Zürafa Sokağı’na girdim, Louis Vuitton’un sahibi ile görüştüm, Chanel’in ünlü kokusu Chanel No:5’in yapımı için fabrikasına gittim, bakanlarla, kadın sorunlarıyla ilgili ne kadar insan varsa tanıdım, görüştüm, yazdım. Sonra Amica dergisinde ve Biba’da yazı işleri müdürü oldum. Ve 2000 yılında da 6 yıllık genel yayın yönetmenliği maceram başladı. Bu tecrübelerin ardından Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali’nde dağıtılan The Gate dergisinin yayın yönetmeni oldum. Meslek hayatımın Marie Claire’den sonra en zevkli 6 yılını geçirdim.

Dergicilik ekip işidir. Tek başına başarı sağlanamaz. Biz The Gate ekibiyle iki kere en iyi dergi seçildik. Türkiye’nin ilk e-dergisini hazırladık yani, basılı derginin dijital versiyonunu hazırladık. Röportajlara giderken elimizde kamerayla görüntü alır ve derginin dijital versiyonuna yüklerdik. Röportajları hem okuyabilir hem seyredebilir hem de dinleyebilirdiniz. Bu bir ilkti ve bu ilki gerçekleştirmiş olmaktan büyük keyif aldım. Altı yıl The Gate’le dünyanın ve ülkemizin dört bir tarafına okuyucuları götürürken, ben de çok şey öğrendim. Ufkum çok genişledi; sadece turizm açısından değil kültür, sanat, mimari konularında da çok şey öğrendim. Hem sevdiğim bir işi yapmak, hem öğrenmek ve üstüne bir de para kazanmak… Çok keyifli. İşte dergiciliği böyle özetleyebilirim.

Bu kadar zevkli iş ne yazık ki bizim ülkemizde çok zorlaştırılıyor. Bir kere dergilerde çalışan sayısı çok azaltılıyor. Yurtdışında bir dergide 30-40 kişi çalışırken, bizim ülkemizde bu sayı en fazla 5. Yazıların büyük bölümü de telifle, yani dışarıdan alınan yazılar. En önemli konu görselliktir dergicilikte, ülkemizde hiçbir derginin fotoğraf editörü yoktur. Fotoğrafçı arkadaşlar da genellikle dışarıdan çalışırlar; yani kadroda değillerdir çoğu. Oysa dergicilik pahalı bir iştir, yazısıyla, fotoğraflarıyla ve tabii tasarımıyla. Yayınevleri ise bunu bilmelerine rağmen nedendir bilinmez muhabir kadrolarını azaltarak, yönetime tecrübesiz arkadaşları getirerek satmayan, okunmayan ve beğenilmeyen dergiler hazırlıyorlar. Ve en önemlisi de piyasada aynı konuları içeren dergiler yapıyorlar. Masaüstü yayıncılık oldu artık dergicilik. Ama Avrupa’da böyle değil. Bizim ülkemizde 20 bin satan dergilerin, yurtdışındaki edisyonlarının aylık satışları 300 bine ulaşıyor. Kısacası şunu söylemek istiyorum, iyi yapılan her şeyin alıcısı da vardır.

Daha sonra da kurumsal dergicilik alanında çalıştım bir süre. Türkiye’nin ilk kurumsal dergisi olan Bizden Haberler’in editörlüğünü üstlendim. Çok zevk aldım, çünkü çok tecrübeli bir sanat yönetmeni arkadaşımla dergiyi gerek editoryal gerekse görsel açıdan değiştirdik. Bu en önemlisiydi; başka kurumsal dergiler de hazırladım. Ama kurumsal dergiler de ne yazık ki, amaca hizmet edemiyor bence. Kurumsal dergiciliğe de başka bir boyut, kalite getirmek bence. Çalışanların heyecanla bekledikleri çok keyifli dergiler hazırlanabilir. Kültür ve sanatla çalışanlara ulaşan kurumsal dergiler… Neden olmasın?

Dergiciliğe bu genel bakışın ardından, belki ben de bu konuları sorguladığım için, 2006 yılında masanın öbür tarafına geçtim. Yani halkla ilişkiler alanında medya ilişkileri yönetmeni olarak çalışmaya başladım ve uzmanlaşma alanı olarak kültür sanatı seçtim. Çalıştığım ajans 2010 Avrupa Kültür Başkenti’nin tanıtımını üstlenince ben de medya ilişkileri yönetmeni olarak zaten çok sevdiğim bu alanla bir araya geldim. Sorgulamam bu alanda da sürdü. Bu sefer de halkla ilişkiler hizmeti alan şirketleri ve meslektaşlarımı sorgulamaya başladım. İşte tespitlerim: Bir kere şirketlerin hepsi gazetelere manşet olmak istiyorlar. Peki tanıtımlarının yapılmasını istedikleri konular manşet olmaya değiyor mu? Basındaki arkadaşları görsel malzeme konusunda gerektiği gibi besliyorlar mı? İletişim danışmanlarının “İşte haber bu” dedikleri konuları dikkate alıyorlar mı yoksa tavsiyeleri hiç dikkate almıyorlar mı? Bu ve bunun gibi pek çok eleştiri yazabilirim. Ama haksızlık etmeyelim, basındaki arkadaşlar da halkla ilişkiler ajanslarındaki arkadaşları üzüyorlar. Gönderilen, önerilen konular hakkında ne e-mail ne de telefonla olumlu ya da olumsuz yanıt verme nezaketini göstermiyorlar, yönetmen yardımcısı arkadaşlar kendilerini aradıklarında pek de kibar davranmıyorlar. Ve ne yazık ki gazeteci arkadaşların haber algıları da çok değişmiş. Gerçekten önemli haber malzemesi olan haberlere hiç itibar etmiyorlar; özellikle kültür sanat alanında. Tabii, şunu demek istemiyorum, halkla ilişkiler ajanslarından gelen her konu haber olmalı, sorgulamadan yazılmalı; asla. Bu iki sektörün bir şekilde daha rasyonel çalışması sağlanmalı.

Özellikle kültür sanat alanında ülkemizde hem sanatçıların, hem de projelerin tanıtıma ihtiyaçları olduğunu görerek Yasemin Sungur ile Kültür Sanat Ajansı’nı kurduk. Bu ajans sanatçı, proje, kültür sanatta hizmet veren kurumlarının tanıtımlarının yanı sıra, kültür sanat projeleri geliştiriyoruz. Ayrıca Martı isminde bir e-dergi yayınlıyoruz. Çok zevk alarak yapıyoruz. Tanıtım mı dergicilik mi diye sorarsanız şöyle yanıtlayabilirim. İkisi de iletişim, ikisi de insanlara çeşitli bakımlardan dokunuyor. İkisinde de farklı insanlar tanıma olanağı çok yüksek, ikisi de zenginleştiriyor insanı. İkisini birbirinden ayırmadan bir arada yapmak çok keyifli galiba. Tecrübe de bu yoldaki en önemli ışık…

Ayşe Dural

www.kultursanatajansi.com

www.martidergisi.com

Hamdiye Cankurt

Geleceğin Senin Elinde

Şimdi en sevdiğim yerde, yeşilliklerin arasında, kuşların cıvıldadığı, mis gibi çiçek ve çimen kokulu bir tarlada, yirmi yıllık hayatımı size iki sayfa da özetleyeceğim.

İlk gözümü Mardin’ de açtım. Mardin’deki çocukluğumdan tek hatırladığım dört yaşındaki bir çocuğun üçüncü sınıflarla okula gidişiydi. O zaman belliymiş okumaya bağlılığım.

Ben beş yaşındanken başladım resmen okula. Sınıf arkadaşlarımdan en az iki yaş küçük olarak. İlkokulda başarılı bir öğrenciydim. Ancak sekizinci sınıfa gelince hayatın gerçek yüzüyle karşılaşmaya başlamıştım. Bizim oralarda bırak sekizinci sınıfı kızları en fazla üçüncü sınıfı okutup okuldan alınırlardı. Ailemin beni sekizinci sınıfa kadar okutması bunun devamını geleceği anlamına gelmezdi. Zaten onlar okutmak istese bile çevre buna nasıl bakardı? İşte o zaman korktuğum başıma geldi, ailem lise yerine beni dikiş nakış kursuna gönderdi. Okuldan koparıldığım yetmezmiş gibi on üç yaşında taliplerim de eve gelmeye başlamıştı. O zaman anladım insanın kaderini aslında kendi elleriyle yazabileceğini. Bir karar vermek zorundaydım, ya hayallerimin peşinde koşacak hiç kimsenin yapamadığını yapacaktım, ya da evlenerek hayallerime elveda diyecektim.

Evlilik ve on üç yaşında küçük bir kız…

Diğer kızlara göre ben daha şanslıydım, evleneceğim kişiyi benim seçme hakkı tanımıştı ailem, küçük yaşta bir kız daha, verdirmezlerdi…

Kararımı vermiştim, her ne olursa olsun okuyacak hayallerimin peşinden koşacaktım. Sadece kendi geleceğimi değil, kız kardeşlerimin ve en önemlisi gelecekteki çocuklarımın geleceğine yön verecektim. Bunu nasıl yapacaktım? Nerelere başvurmam gerekecekti? Kimden yardım alacaktım? Birçok soruyla karşı karşıyaydım. İlk yaptığım eski öğretmenlerinden yardım istemek oldu. Onlarda bana Toplum Merkezi’nden yardım alabileceğimi söylediler. Büyük bir heyecanla Toplum Merkezi’ne gittim. Orada Nilgün abla ile tanıştım. Bana Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Kardelenler Projesini anlattı. Onlara başvurmamı, onların yardımıyla burs alıp okuyabileceğimi söyledi. Oraya gittim ve yeni kararımın ilk adımını almış oldum.

Artık her şey hallolmuş, sadece bunu aileme açıklamak kalmıştı. Çok zor olacağını düşündüm, kabul etmeyecek, kızacak olurlarsa ne yaparım diye düşünüp durdum günlerce, ama kaçış yolu yoktu, eğer okumak istiyorsam yapacaktım bunu ve de yaptım. Tepkileri ise hiç beklediğim gibi değildi. Kararı bana bıraktılar, artık ne olursa olsun sorumluluk bendeydi. Bence bu güzel bir sorumluluktu, yüklenmeye değerdi. Aslında okuldan alınmamın tek nedeni yaşadığımız toplumdu, kesin ve katı bir kural “kız çocukları okutulmaz” dı.

Ertesi yıl liseye yazıldım. Evet, büyük hayalimi şimdi hayal olmaktan çıkmış gerçek olmuştu, çok, çok mutluydum ta ki o ana kadar. Hastanede rapor sonuçlarını almış doktorun dediklerini algılayana kadar. Ayağımda bir tümör vardı ve ameliyat olmam gerekiyordu. Eğer ameliyat iyi geçer ve tümör kötü huylu değilse sorun yok ama ya değilse…

Ameliyattan sonra iki ay boyunca okula gidemedim. Babam eğer tümör kötü huylu ise okula devam edemeyip tedavi göreceğimi söyledi. Daha tümörün ne olduğunu bile bilmiyordum. Beni ne tümör korkuttu ne de ameliyat,  beni korkutan okullu tekrar bırakma ihtimaliydi. Hem okula, hem hastaneye gidip geliyordum annemin yardımıyla. Neyse ki bu sefer korktuğum olmamıştı. Tümör iyi huyluydu ve beni sadece bir kereliğine ziyaret etmişti.

Başarılı bir lise dönemi geçirmeme rağmen bende her büyük sınava hazırlanan öğrenci gibi korkuyordum. Yapamazsam? Ya kazanamazsam? Ailemin o kadar emeği, çabası, bu da yetmezmiş gibi çevrenin “bak biz demiştik bu kızı boşa okuttular” demesi… Düşünmesi bile kötü. Ben Ziraat Mühendisi bir Akdeniz’ li olmak istiyordum. Sonunda büyük bir oh çektim sınav sonuçları açıklandığında Akdeniz Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Bahçe Bitkileri öğrencisiydim artık tam da istediğim gibi.

Sonunda istediğim olmuştu ama sanki boşlukta gibiydim. Yeni bir hayal bulmalıydım ve ona koşmalıydım. Kendime yeni bir hedef belirledim. Bana sadece ziraat mühendisi yetmez. Ben mesleğimde en iyilerden olmalıydım. Farklılık yaratmalı ve geleceğin parmakla gösterilen kişilerden olmalıydım. İşte bu hayali gerçekleştirmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorum. Gözümü bir firmaya mı diktim, “tamam, iş bitmiştir” diyorum. O firmaya girmek için her yolu deniyorum ve vazgeçmiyorum. Belki de bu yüzden ikinci sınıfta olmama rağmen birçok firma benimle çalışmak istiyor. Ama gelecek iki yıl bana ne gösterir bilemiyorum.

Bir şey yapmak istiyorsam ve önümde bir engel varsa farklı yollar denerim. Tıpkı İpek Aral Kişioğlu’na yaptığım gibi. İpek hanımı ben Akdeniz Üniversitesi, Girişimcilik ve Kariyer Topluluğu’nun düzenlediği, Girişimciler Zirvesi’ndeki konuşmasında onu büyük bir hayranlıkla dinledim. Kesinlikle kendisiyle konuşmam gerektiğine karar verdim. Ancak kahve molasında daha ben yanına varmadan etrafı öğrencilerle sarılmış, kimse geçmeme izin vermiyordu. Zaten onunla konuşsam bile, o kadar kalabalığın içinde beni hatırlar mıydı?

“Söz uçar, yazı kalır” sözü aklımda uçuştu. İşte o anda karar verdim kendisine kısa bir mektup yazmaya. Belki okumaz dedim ama yine de şansımı denemeliydim. Yazdığım mektubu usulca yanına yaklaşıp eline tutuşturup “okumanızı istiyorum “ dedim. Ben o mektubu vereli bir hafta bile geçmeden bana geri döndü İpek Hanım. İşte bu da geleceği mi kendi elimle yazdığımın bir kanıtı daha.

Dutu küçüklüğümden beri çok severim. Hele ağacın en tepesinde en olgunlaşanları. Bücürük boyuma bakmadan tırmanırdım ağaca düşeceğimi bile bile. Ha düştüm, ha düşücem diye diye tırmanırdım dallara, ama inatla hep en yukarı tırmanırdım ve en sonunda yerdim o koca dutu.

Her ağaca çıktığımda gene düşerim diye korkarım. Ama o ağaçtan hiç düşmedim.

HAMDİYE CANKURT

Hamit Basık

Bir Köy Öğretmeni

Ben Çok Şanlıyım !!!

Fırtınalarla dolu dört yılın ardın ardın kepler havaya atılmış diplomalar alınmıştı. Eee şimdi ne olacaktı? Piyasada o kadar çok bekleyen öğretmen  varken benim göreve başlayabilmem için büyük ölçüde şansa ihtiyacım vardı. Şansa diyorum çünkü eğer o diplomayı almaya hak kazanmışsan, senin benden hiçbir farkın yoktur mesleki yeterlilik konusunda, belki de bu işi bende daha da iyi yapabilirsin ancak saçma sapan bir sınav yüzünden ben senin önüne geçebilirim maalesef ve bu durum beni oldukça üzüyor.

İlk Görev İlk Heyecan

Bahsi geçen sınava girilmiş ve ortalamanın biraz üzerinde bir puan alınmıştı. Yirmi tane okul tercih ediliyordu atama döneminde, ondokuz tanesini ben seçtim puanıma göre doğu ve güneydoğu ağırlıklı olarak. Sadece bir tanesini kız arkadaşım seçti, Ankara’da üniversite öğrencisi olduğu için Çorum’dan bir okulu yazmış yakın olduğunu düşünerek Ankara’ya ve uğurlu  rakamımız olan dördüncü sıraya yerleştirmiş bu tercihi. Puanıma göre gelme ihtimali olmadığı için önemsenmeden ve araştırılmadan yapılan bir tercihdi ancak nasıl olmuşsa şans bana güldü (önce hepimiz öyle zannettik çünkü) ve ilk atamam Çorum’un Bayat ilçesinin bir köyüne sözleşmeli öğretmen olarak çıktı.

Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra köye vardık. İlçe Ankara ya 2 saatlik mesafede olmasına rağmen köye çıkmak için de bir o kadar yol gitmek zorundaydık. Zannediyorum ilin o yoldan ve o yolu kullanan 20 köyden haberi yoktu. Köyümüz kırkbeş haneden oluşan erkeklerinin hemen hepsi Ankara’da inşaat işçisi olarak çalışan, sadece yaşlılar kadınlar ve çocuklardan oluşan bir köydü. Tam bir doğa harikası olduğu söylenebilirdi:Ormanıyla dereleriyle tepeleriyle…

Köy imamı bizi okulun bahçesinde karşıladı, hava kararmıştı, muhtarın temizlettiği odaya eşyalarımızı yerleştirdik ve imamın evine misafir olduk orada kaldığım bir yıl içinde en çok zaman geçirdiğim en çok dertleştiğim en çok sohbet ettiğim insan köyümüzün imamıydı ve ondan çok şey öğrendiğimi düşünüyorum en azından kafamdaki imam profilini silip atmış hatta yerlebir etmişti Atatürk’e olan bağlılığıyla çağdaş duruşuyla güncel konuşmalarıyla.

İlk defa gerçek manada öğretmenlik yapacaktım üniversitede aldığımız teorik bilgileri şimdi uygulama zamanıydı ve bu genç hatta çocuk beyinlerin ufkunu genişletip onları olmaları gerektiği seviyeye çıkartmalıydım. İlk intiba çok önemlidir her zaman diye öğrenmiştim bu sebepten zaten vücudumu sarsarak çarpan kalbim; bu endişeyle iki katına çıkmış sanki ağzımdan fırlayıp sınıfın ortasına düşecekti. Sınıfım birleştirilmiş sınıftı yani 1.,2. ve 3.sınıflara aynı anda tek  derslikte eğitim öğretim veriyordum. İlkönce çok zor gibi görünse de daha sonra bu durumu avantaja çevirmesini bildim. Ben üç sınıfın da öğretmeniyken herkes bir alt sınıfının gözetmeni oldu bu durumda zaten ödev ve çalışmalardan ilgili ve haberdar olmayan ailelerin yükünü hafifletmiş oldu.

Çocukların gözleri ışıl ışıldı hepsi en az benim kadar heyecanlıydılar ve ne ben ne de onlar bu köydeki son günüme kadar bu heyecanımızı yitirmedik. Ben ki hayatında çok az kar gören bir insan olarak gelmiştim bu yaşıma kadar tipik akdenizli kimliğimle, 6 ay çatımdaki karla, tavan aramdaki farelerle döşemenin arasından yatağıma sıçrayan pirelerle, evimin banyosunun olmayışıyla köyüme üç günde bir gelen suyla yağışlarda ulaşımın kapanmasıyla hayatımın en güzel ve en özel bir yılını geçirdim ve bu zaman dilimi sadece bir göz kırpması kadar kısaydı benim için kapanırken yanaklarıma süzülen gözyaşı damlasıyla…

Öğretmenlik mesleği para için, statü sahibi olmak için, saygınlık kazanmak için yapılabilecek diğer bütün mesleklerden çok farklıdır çünkü bu saydıklarımın hiçbiri sizin özverinizin, emeğinizin fedakarlığınızın yerini dolduramaz. Hanginiz evladından ayrılabilir bir daha görmeyeceğini bile bile? Hanginizin gece uykusu kaçar acaba Ali yarın toplamayı yapabilecek mi diye? Veya hanginiz korkar babası en parlak öğrenciniz Ayşe’yi ya liseye, üniversiteye göndermezse diye… Her öğrencimiz için farklı bir endişemiz, her evladımız için başka bir sebebimiz var uykusuz kalmak için. Hiç birinin bir önemi yok canları sağolsun uykusuz da kalırım, günlerim endişelenmekle de geçer hiç sorun değil ama BU AYRILIKLAR OLMASA keşke…

Şırnak Serüvenim: Heyecan Kaldığı Yerden Devam Ediyor

Çorum’da görev yaparken askere gitmeye karar verdim kısa dönem olarak Kıbrıs’ta askerliğimi tamamladıktan sonra kadrolu öğretmen alımı yapıldı ve ben de tercih yapma hakkına sahiptim sözleşmeli olarak çalıştığım için. Terhis olduktan sonra iznimi memlekette geçirirken Şırnak’ta öğretmenlik yapan kuzenim geldi arkadaşının düğünü için ve onunla görüşürken bana Şırnak’ı da yazabileceğimi kendisinin 3 yıldır orada herhangi bir sorun yaşamadığını söyledi ve ben de onun referansıyla Şırnak’ı tercih ettim ve atamam buraya çıktı.

Buradaki köyüm oldukça küçük 20 hane civarında ancak çocuk sayısı oldukça fazla. Tüm çocukların yedi-sekizden çok kardeşi ve hemen hepsinin ikişer annesi var. İnsanların yaşam felsefesi saygı duymak zorundayız. Onlar belki bu kadar çocuk yapmasa bizler de buraları görme şansını yitirecektik. Bu yüzden içimde gizli bir minnet de yok değil onlara karşı.

İl merkezinde oturuyorum köye servisle gidip geliyoruz burada dört öğretmeniz 4. ve 5. sınıflar hariç hepsi müstakil yani ayrı ayrı tek sorunumuz çocukların Türkçe’yi yeterince kavrayamamış olmaları ancak bunu geliştirmek için de farklı bir yol buldum bilemem ne kadar doğru olduğunu ama bence işe yarıyor. Normalde okuduğu bir kitabı anlattırarak kavrama ve anlama yeteneğini geliştirebiliriz çocukların en basit olarak  maalesef çocuklar burada eve gidince kitap okumaya pek zaman ayırmıyorlar okusalarda anlatmaya gelince bir yerde tıkanıyorlar ancak şunu fark ettim bu çocuklar izledikleri dizileri çizgi filmleri çok güzel anlatıyorlar bu sebepten ben de onlara dizi izleme ödevi veriyorum kendi seçtiğim, çocukların yaşlarına uygun, kaliteli yapımları gününde söylüyorum ve yarın anlatacaksınız diyorum açıkcası oldukça olumlu sonuçlar verdi kendi adıma.

Herkesin Şırnak’ta görev yaptığımı duyunca verdikleri tepki Allah yardımcın olsun veya İnşallah biran önce oradan kurtulursun oluyor. Buraya kendi isteğiyle, tercihiyle gelen nadir öğretmenlerden biri olarak söylüyorum: Oldukça mutluyum hiçbir sıkıntım yok siz gönlünüzü ferah tutun arkadaşlar ayrıca herkese tavsiye ederim. Türkiye’nin bir çok ilinden daha konforlu bir yaşam sürebilirsiniz burada tabiki eksikleri yok değil ancak Mevlana’nın bir sözü var “Kusursuz dost ararsan, dostsuz kalırsın.” diye eğer uyarlama yaparsak kusursuz yurt ararsan yurtsuz kalırsın da diyebiliriz.

Henüz meslek hayatımın başında bir insan olan ben: Öğretmen olarak emekli olmak istiyorum ne okul müdürlüğü ne de müfettişlik bana göre değil öğretmek gibisi yok sizler de bunun tadına vardığınız zaman eminim bu tutku içinizde sönmeden bir ömür yanmaya devam edecektir. Şimdi Şırnak’tayım birkaç yıl sonra nerede olurum bilmiyorum ama öğretmeyi başardığım sürece nerede olduğumun hiç önemi yok. Çocukların gülüşleri, sizinle konuşunca, bir şeyler anlatınca gözlerindeki heyecanları bunlar insana Cehennemde bile Cenneti yaşatır….

Hamit BASIK
http://cihanteaching.blogspot.com/

Zeynep Braggiotti

Her şey aslında internette “mantar çorbası”nın tarifini  aramakla başladı.

Yıllar önce; elim kalem tutmaya başlayıp kalemle parmaklar birbirlerine iyice ısındığından bu yana, bir günlük sevdasıdır gidiyordu benim için. Ağlarım yazarım, gülerim yazarım, severim yazarım, kızarım yazarım…

Sonra bir telaş aldı yaşamımı. İş güç, evlilik çoluk çocuk derken, günlük öksüz kaldı çekmecenin bir köşesinde. “Geçmişte neler döktürmüşüm, okuyup biraz güleyim” dediğim zamanlar açar olmuştum günlüğün sayfalarını. Ama o kalemi tutmayı, beyaz sayfaları karalamayı da çok özlemiştim. Hele bir de anne olduktan sonra yaşamım  sona ermeden kızıma beni hatırlatacak bir şeyler bırakma isteğim de artmıştı.

Yazmak istiyordum. Sadece nerden başlayacağımı bilemiyordum. Sırf içimden geliyor diye yazsam ne olacaktı ki, eninde sonunda oturup yine ben okuyacaktım yazdıklarımı. Bu değildi arzu ettiğim…

İşte bir gece çorbanın tarifini ararken rastladım bloglara. Şaşırmıştım. O güne kadar haberim yoktu blog olayından. Kendimi kaybettim sayfalar arasında. Birinden atlayıp ötekine geçiyordum. Kazıdıkça binlercesi geliyordu karşıma.

Bir ışık yanmıştı beynimde o anda. Yazmak istediklerimi bu sayede yazabilir, sesimi bir çok kişiye duyurabilirdim.

Günler geçti, takip ettiğim blog sayfaları çoğaldı. Her gün yeni yeni şeyler öğreniyor, yeni yeni insanlar tanıyordum. Sanal ortamda çokça arkadaşım olmuştu.

İşte o arkadaşlarımın içinden bir hemşehirlim ile gün geçtikçe dostluğum ilerledi. İlerledikçe, sohbetlerimiz koyulaştı. Koyulaştıkça birbirimize ilham kaynağı olduk.

Ben yazıp bir şeyler ortaya çıkarmak istiyordum o ise o sırada ilk kitabını hazırlıyordu. Ortak yanlarımız o kadar çoktu ki… Ama can damarımız İtalya idi. Ve bir gün sordu : “Neden soyadını aldığın aileni anlatmıyorsun?”

Levanten bir aileye gelin olmuştum 15 sene önce. Kayınvalidemin leziz sofralarında bulunmuştum çoğu kere. İtalya’nın dokusunu, kokusunu seviyordum üstelik. Neden olmasın dedim. Ve 3 sene boyunca yazdım, yazdık.

O dönemde her gün yeni bir araştırma yapıyor, o araştırmaların sonunda yeni bir lezzet deniyordum mutfağımda. Ev halkı ne yazık ki, kendi kurbanlarımdı. Mecburen, sevseler de sevmeseler de yaptıklarımı denemekle yükümlüydüler. Kah birlikte keyif aldık tattıklarımızdan, kah birlikte sevmedik üzerini çizdik pişirdiklerimizin.

Bana soruyorlar;  “Bu kitaptaki her şey size mi ait?”

“Pişirdim, yedim, yedirdim, fotoğrafladım” diye cevaplıyorum onları.

Binnur ile sürekli internet üzerinden irtibat halinde kalıp her ikimizde kendi bölümlerimizle ilgili bir şeyler denediğimizde mutlaka fotoğrafını birbirimize yolluyor, o tadın nasıl bir etki bıraktığını paylaşıyorduk. Değil aynı şehir ya da aynı ofiste, ayrı şehirlerde olmakla da bir ekip çalışmasının olabileceğini gösterdik diye düşünüyorum.  Artık  “İtalyan Aşkı-İtalyan Mutfağına Dair Bir Serenat” adlı kitabımız tüm kitapçıların raflarında.

Doğma, büyüme, okuma, evlenme… Her şekilde İzmir’liyim. Bu şehirden kısa sürelerle kopmuş olsam da yine tilki gibi kürkçü dükkanına  geri dönmüşümdür. Seviyorum; kolay yaşamını, dinginliğini, ılımanlığını.

Daha önceki profesyonel hayatım bankacılıkla başladı. İlk adımlarımı İstanbul’da atmaya başladığım bankacılık mesleğini ekonomik krizler sebebiyle sadece 8 yıl sürdürebildim. Aslında şimdi düşünüyorum da, bir arkadaş tavsiyesi üzerine girdiğim bu alan hiç de bana göre değilmiş. Kişi kendini çok iyi tanımalı. Ne istediğini çok iyi tartmalı. Elbette, Türkiye gibi bir memlekette ne yazık ki ne eğitim sistemi, ne aile yapısı bu tür kararlar  alınmasına izin vermiyor. En azından o zamanlar mümkün değildi. Tek bilinen; ya doktor, mühendis ya da avukat, işletmeci olunurdu. Bugünlerde artık gençlerin daha farklı alanlarda kendilerini göstermelerine seviniyorum.

Profesyonel hayat, amatör kazanç derken sonunda en iyisi “uğraşma evde otur, Zeynep” dedim kendime. Kimi formlarda “meslek” bölümüne “ ev hanımı” yazar olmuştum, büyük bir keyifle. Kendimle dalga geçiyordum. Diplomalı Ev Hanımı !

Çok takıldım kaldım bu konuya ama sonra özümsedim acıtmamaya başladı. İşte o sıralarda yukarıda anlattığım “mantar” çorbası” hikayesini  yaşadım.

Şimdi bakıyorum da, o çorbanın üzerinden 5 seneye yakın bir vakit geçmiş. Başlarken bunları hayal etmiş miydim bilemiyorum. Ama inanıyorum ki, evren siz isteseniz de istemeseniz de yolunuzu hazır ediyor. Size sadece o yolda yürümek kalıyor. Hangi tali yolları seçeceğiniz size kalmış. Ama eninde sonunda, pes etmediğiniz sürece o yolun en aydınlık yerine ulaşıyorsunuz.

Hani yazımın başında demiştim ya; geriye bırakacak ve beni hatırlatacak bir şeylerim olsun istiyorum diye. Artık endişe etmeme gerek yok. Üzerinde ismimin yazdığı bir kitabı hediye ettim benim ve ailemin yaşamlarına. Ben keyiflenmeyeyim de kimler keyiflensin?

Zeynep Braggiotti

http://kalemtras.blogspot.com
http://mutfakrobotu.blogspot.com

Duygu Keçecioğlu

Bazen öyle birşey olur ki durup tüm geçmişinize bir göz atma ihtiyacı hissedersiniz…İşte tam da o zaman zihninizin dışınızda sizinle ilerleyen enteresan bir dostun farkına varırsınız. Bazen size eşlik etmiş ‘’peki, çok istiyorsan o tarafa doğru bir gidip bakalım’’ demiş, bazen de ‘’istediğin kadar uğraş dur, istikamet bu taraf’’ diye ‘’aksilik’’ etmiş. Ama öyle ya da böyle bir şekilde son sözü hep o söylemiş. Bunun biraz tedirgin edici olduğunu kabul ediyorum. Çünkü hemen hemen birçok bilgi kaynağı,  yaşamımızdaki tüm faktörleri kontrolümüz altında tutup yönetmemiz gerektiğini telkin ediyor. Benim kendi gerçeğimle tanışıp ‘’rahata ermem’’se içerideki  esrarengiz dosta tüm angaryayı yükleyip emekliliğimi(!!!) ilan ettiğim döneme denk geliyor.

Kariyer hikayemin ‘’yetti bu kurumsal yaşam, artık özgürlüğümü ilan ediyorum’’ denilerek başlanan cesaret ve ustalık dolu yaşamlar gibi olduğunu söyleyemem. Her zaman sevdiğim işleri yaptım ya da yaptığım işleri sevdim, bilemiyorum. Benim tüm derdim yaşadığım sağlık sorunlarının her geçen gün hem özel hem de iş yaşantımı sekteye uğratıyor olmasıydı. 18 yıl boyunca migrenle yaşadım, üzerine fibromiyalji ve  tiroid de eklendiğinde ben değil kariyer planları yapmak sabah yataktan kalkmakta bile güçlük çekiyordum. Okuduğum üniversitenin hastanesinde başlayan, Amerika’da yaşadığım dönemde oradaki tedavilerle devam eden ve İstanbul’daki tüm ilgili doktorların kapısını aşındırtan migrenimle ilgili hiçbir aşama kaydedemiyordum. Transformal Nefes ile ilgilenmemim tek sebebi de oksijenin beden sağlığındaki önemi  ile ilgili okuduğum bir makale ve ardından izlediğim bir televizyon programı idi. Ruhsal özgürleşme literatürü, mucizeler, çiçekler böcekler, melekler açıkçası hiç de ilgi alanıma girmiyordu. Tek derdim acaba bedenimin ihtiyacı olan şey oksijen olabilir miydi? İlk nefes seansım unutulmaz bir deneyimdi. Yaptığım şey sadece nefes almaktı ve anlamlandıramadığım bir duygudan diğer bir duyguya uçuşuyordum. Seans sonunda birşeyler olduğu kesindi ama ne olduğunu tanımlamamın imkanı yoktu. İçimde devam etmekle ilgili güçlü bir istek duydum. Çünkü diyafram denen kası kullandığımın ilk kez farkına varmıştım ve bunun bana fiziksel olarak iyi geleceğini biliyordum. Özel seanslar, grup seansları ve haftasonu seminerleri ile devam eden nefes serüvenimin 3. ayında migren ağrılarım farkedilir derecede azalmıştı ve 4. ayında artık migrenle yolarımızı ayırmış olduğumuz ortadaydı…Bedenimdeki fibromiyaljiden kaynaklanan yaygın ağrılar da geçiyordu. İnanılır gibi değildi ve daha da önemlisi tanımadığım dahası kontrol edemediğim-etmek de istemediğim birçok duygunun içinde kendimi hiç olmadığım kadar huzurlu ve güvende hissediyordum.

Steve Jobs’ın Stanford Üniversitesindeki meşhur konuşmasında dediği gibi ileriye bakarak noktaları birleştiremezsiniz. Bazen noktaların bir şekilde gelecekte birleşeceklerine şimdiden inanmanız gerekir. Ben de bunu yaptım ve nefesi yaşam şeklim haline getirip olanları izlemeye ve eşlik etmeye başladım.  Nefes beni sağlıklı, sakin, güvende ve barışık bir ruh haline nazikçe bırakmıştı. Kontrolü bir kenara bırakarak kendiliğinden gelen duygulara teslim oldum. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Bakışlarımı içime döndürdüğümde yazımın başında bahsettiğim esrarengiz dost ile tanıştım. İşin süprizi meğer buymuş… ‘’O’’nun aslında gerçek ben benim ise kötü bir dublor oyuncu olduğumu farkettim. Ne kadar gerçek bene yaklaşırsam o kadar işlerin kolaylaştığını o kadar güçlü ve güvende olduğumu gördüm.  Alıştığım şekilde değil de içeriden modellediğim şekilde davranmaya başladım. Sözlerimi, davranışlarımı incelemeye; gerçek bana uygun olanlarını tutup, ondan uzak olanları ayıklamaya başladım. Bu süreçte zorlandım, hırsımdan ağladım, acımasız ve çirkin olan yüzümle yüzleştim…Bitti mi? Hayır!!! Bitecek mi Hayır!!! Egom halen iş başında ve bana yaşamın zor ve mücadele gerektiren bir şey olduğuna inandırmaya çalışıyor. Ama en azından artık ben de onun farkındayım!

Kendime ve danışanlarıma sürekli şunu söylüyorum. Hiçbir yöntemde, hiçbir teknikte, hiçbir öğretide, hiçbir uzmanda sihirli değnek aramayın. Siz teksiniz ve özünüzde mükemmelsiniz. Sizin için en iyisiniz sadece siz bilirsiniz. Kimseye ihtiyacınız yok ve herşey yolunda!!! Eğer içerideki gürültüyü susturmayı başarırsanız en başarılı doktorun, terapistin, ustadın, mentorun, danışmanın içinizde olduğunu göreceksiniz. Birilerinin sizin adınıza yaşamınızı düzenlemesini beklemek yerine iç sesinizi duymanızı engelleyen sesleri engelleyin yeter. Dürüst ve cesur olun. Mükemmelliğinize güvenin ve enerjinizi aşağıya çeken şeylerin sadece alıştığımız ‘’gerçek’’ kavramından kaynaklandığını görmeye çalışın. Gerçek sandığımız şeylerin aslında bir ilizyondan ibaret olduğunu farketmek çok fazla zamanınızı almayacak. Burada bana çok yardımcı olan bir soruyu paylaşmak istiyorum. ‘’Haklı çıkmak mı istiyorsun, mutlu olmak mı?’’ Ne zaman hoşuma gitmeyen bir durumla karşılaşsam kendime bu soruyu soruyorum. Haklı çıkmak için onlarca gerekçe sayabiliyorken hiçbirisinin ama hiçbirisinin benim asıl hedefim olan mutlu ve sağlıklı olmaya hizmet etmediklerini görüyorum. O zaman bilinçli bir şekilde düşüncelerimi mutlu olmak için neler yapabilirime yönlendiriyorum ve bu noktada ben nefesimin gücünü kullanıyorum. Beni sorunu besleyen bakış açısından bir adım dışarı çıkartmakta birebir!!! Dışarıdan olaya baktığımdaysa artık herşey çok farklı. Artık eleştiri yok, olanı kabul ve neden yaşadığıma dair sorumluluk almak var. Size, haklı çıkanlar dünyasından çıkmanıza yardımcı olacak herşeyle işbirliği yapmanızı öneriyorum. Psikoloji, felsefe, holistik bir yaklaşım izleyen ve bilimin süzgecinden geçmiş yöntemler, sağlıklı beslenme alışanlıkları, bedeninize ve ruhunuza saygı duyan tüm kadim bilgiler, kitaplar, bloglar, pozitif dostlar, hatta üzerine çalışma ve analiz için negatif dostlar.  Sizi sizinle başbaşa kılacak, zihninizi yormadan, kirletmeden, bulandırmadan aydınlatacak birçok şey var. Size müdahale etmiyorsa, değiştirmeye çalışmıyorsa, bedeninize karşı fiziksel anlamda saygılı ve dikkatliyse denemeye değer. Zaten bir kere kafaya taktınız mı –güzel haber- emin olun o sizi buluyor. Stefano Elio D’ Anna’nın Tanrılar Okulu kitabı her zaman başucu kitabım olmuştur. Panomda asılı duran kitaptaki şu cümleyi son derece çarpıcı ve gerçek bulurum:

Bütünlük oluşun bir öz iyileştirme sürecidir. Bin yıllık inanışların tersine çevrilmesini; olumsuz duyguların ve yıkıcı düşüncelerin bir dönüşümünü, öz denetime ulaşmayı, yiyecekler, uyku ve nefes üstünde egemen olmayı gerektirir.

Bana gelince…Ben nefes yolculuğuma bu senenin başında kurduğum Stüdyo Prana’da devam ediyorum. Bir yandan yola devam ederken bir yandan aynı yolun yolcularına seyahat arkadaşlığı yapıyorum. Her bir bireyin ne kadar mükemmel ve varlığının gerekli olduğunu gözlemliyorum. Onlara onlardaki mükemmelliği göstermeye çalışıyorum. Bizi birbirimizle kendimize tanıtan düzene şaşırmakla geçiyor günlerim. Bir de iki lafımın biri nefes diğeri diyaframJ

Daha tutarlı, daha açık, daha cesur, daha net, daha bilgili Duygu’nun izlerini sürüyorum içimde. Yaşamımdakilerin kıymetini bilmeye çalışıyorum, yaşamımda olmayan bazı eski dostlarımın özlemini duyuyorum…Anlamaya, anladıklarımı anlatmaya çalışıyorum. Bazen feciiiiii şekilde tembellik yapıyorum. Zaman zaman zayıf hissediyorum. Zaman zaman çok istiyorum ama elde edemiyorum. Sonra, hayatla gereksiz mücadele etmemem gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Seçimlerimde emin olmak istediğim tek şey egomun oyununa gelip yaşadığım evrene ve insanlara zarar vermemek. Herşey mükemmel bir senaryonun parçası ve ben elimden geleni yapmanın kucağında sakinleşiyorum. Zaten bir süre sonra ters giden şeyin neden ters gittiğini de anlıyorum.

Eskiden seyahat etmeyi sevmezdim. Şimdi birçok seyahat planım var. Aldığım seslendirme eğitimi sertifikası ile birşeyler yapasım var, yazmak istiyorum ama sanırım onun daha zamanı var.

Ve tabi şu anda yapmaktan en fazla keyif aldığım iki şeye son sürrat devam edeceğim; yaşamımdakilerin nefeslerine dokunmak ve sonsuz düşler kurmak…D’Anna’nın dediği gibi ne de olsa ‘’Düş varolan en gerçek şeydir.’’

Düşleriniz ve nefesini her daim açık olsun…

Sevgilerimle

Duygu Keçecioğlu

Transformal Nefes Terapisti ve Eğitmeni