Etiket arşivi: Özgür Uçkan

Teknolojinin Bir Oyunu

5 Temmuz günü tatile çıkarken yanımda bilgisayarımın da olacağını düşünmüştüm. Oysa ki insanın her düşündüğü gerçeğe dönüşmüyor.

Dizüstü bilgisayardaki arıza onun servise, benim ise eli boş Datça’ya gelmeme neden oldu. Beş günlük aradan sonra kardeşim bilgisayarı ile bu satırları yazıyorum.

Şu istemli olarak teknolojiden uzak geçirdiğim beş gün geçmişle empati kurmamı sağladı adeta. Daha kaç sene oldu ki dizüstü bilgisayarlar gündelik hayatımız içine bu derece gireli? Ülkemizde internet bağlantı ağının genişliği ve hizmet seviyesi ne kadardır böyle güçlü ki? Ya, teknolojinin gelişim hızı ile içerik üretimi yıllar içinde nasıl bir seyir izledi?

Peki, aynı teknolojik girdiyi İnsan Kaynakları süreçleri için düşünürsek? Ben mesleğe başladığımda istisnasız gazeteye ilan verirdik, faks ile gelen özgeçmişlerin şekilsizliğinden, silikliğinden yakınırdık. Dosyalar dolusu özgeçmiş rafları kaplardı. Yılda bir “ölü” özgeçmişler imha edilirdi, bazı çok nitelikliler hariç. Performans Değerlendirme, Kariyer Yönetimi gibi kavramlar daha yeni yeni inceleme altına alınmıştı. İK paket programları veya internet uygulamaları emekleme seviyesindeydi. Sonra 2003 yılında sabahlara kadar bilgisayar başında internet üzerinden İK dokümanı incelediğimi, indirdiğimi ve bastığımı hatırlıyorum. O zamanlar internette serbest bilgi paylaşımı fazlaydı, dev projelere bedelsiz ulaşılabiliyordu. Şirketler bu çalışmalarını internet üzerinden paylaşıyordu. Birçok iş değerlendirme, şirket analizi, performans değerlendirme, memnuniyet ölçme yöntemleri ve projelerinin dökümlerini alarak kütüphaneme katma imkanım olmuştu o yıllarda. İnternet bu paylaşımcı özelliğini 2003 yılı sonunda kaybetti, dosyalar yayından kaldırıldı, paylaşım siteleri kapandı, en küçük dokuman para ile satılır hale geldi. Bilginin serbest paylaşımı, bilgiye serbest ulaşım kapitalist sistemde böylece sınırlandı.

O günlerde mesleki olarak yaşadığım bu kısıtlanma ile şimdi farklı ortamlarda da karşılaşıyorum. Bunlardan en vahimi ülkemizde devlet otoritesi kaynaklı yaşadığımız sansür olayı. Konu hakkında benim yarım yamalak yazacaklarım yerine, Özgür Uçkan’nın Kaynağım İnsan okurları için hazırladığı yazısını mutlaka okumanızı salık veririm. Bir diğer kısıtlanma olayını ise geçtiğimiz günlerde “bir bakayım dünyada neler oluyor?” diye tıkladığımda benden para isteyen İngiliz The Times gazetesinin web sitesi ile yaşadım. Konu meğerse sosyal medyada bayağı tartışılmış ama benim ana ilgi alanım içine girmediği için sanırım dikkatimden kaçmış. Şu an The Times gazetesini web üzerinden takip etmek istiyorsanız günlük  3TL ödemeniz gerekiyor. Başlangıçta çok tepki vermesem, hatta deneme amaçlı abone olabilirim diye düşünsem de, sonradan bu durumun yıllar önce yaşadığım mesleki kısıtlanmadan pek de farkı olmadığını farkettim. Web üzerinden günlük haberlere, köşe yazılarına paralı ulaşmak bugün belki tutmaz ama eminim ki bu sistem bir gün tutanana kadar kapitalist yapı peşinden gidecek, kendi içinde sistemi hayata geçirmek için organize olacak.

Sonuçta geldiğim noktada, yoğun bir internet kullanıcısı olarak yıllar içinde teknoloji ve internet hizmetlerindeki teknik ilerleme hızı ile internet üzerinden serbest bilgi paylaşımı seviyesinin ters orantılı ilerlediğini görüyorum. Bilemiyorum, yanılıyor muyum? Yoksa teknolojiyi ilerleten insan zekası, onu doğru, etkin ve verimli kullanma aşamasında sınıfta mı kalıyor?

“İnternet sansürü”: Asıl kaybeden kim?

“İnternet sansürü”, aslında “devlet sansürü” dediğimiz, düşünce, ifade, iletişim, basın, haber alma ve bilgi edinme hak ve özgürlüklerini ihlal eden baskıcı devlet müdahalesinin internetteki uzantısından ibarettir. Elbette sansürü sadece devletler uygulamaz, bunu şirketler, yayın organları, üniversiteler, içerik üzerinde denetim kurma yeteneğine sahip her hangi bir kurum yapabilir. Ama devlet sansürü, istisnasız tüm vatandaşları etkilediği için sansürün en ciddi boyutunu oluşturur.

İnternet sansürü her nekadar gazete, dergi, televizyon, radyo, kitap, kamuya açık söylemler, tartışmalar gibi iletişim ortamlarında uygulanan sansürle aynı kaynağa sahip olsa da, önemli bir nitelik farkıyla diğer sansür tiplerinden ayrılır. İnternet, tanımı gereği “küresel”, “gayri-merkezi”, “açık”, “sınırsız”, “etkileşimli”, “kullanıcı-denetimli” ve “altyapıdan-bağımsız”dır. Bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişimi, özellikle de internetin yaygınlaşması, ana akım medya başta olmak üzere iletişim endüstrisinin iş modellerini, haberleştirme pratiklerini, bunların dağıtım kanallarını dönüştürdü. Gayrimerkezileşme, yatay koordinasyon ve etkileşim, kullanıcıların aynı zamanda birer yayıncı haline geldiği yayın modellerini, yurttaş gazeteciliği gibi deneyimleri yarattı. Ana akım medyanın iktidarlarla ilişkisinde yaşanan sansür mekanizmaları, bu kez de devletlerin internete gözünü dikmesi ve internet yasaklarıyla farklı bir boyutta yaşanıyor.

İnternet merkezi olarak yönetilemez, ülke sınırları içine hapsedilemez. İnternetin bu nitelikleriyle hemen hemen tüm kullanıcıları birer “yayıncı” haline getirmesi, özellikle Web2.0’ın açtığı imkanlarla internet yayıncılığının demokratikleşmesi ve sosyal medyanın, blog alanının gelişmesiyle daha da güçlü bir eğilime dönüştü. İnternetteki yayıncılığın bir diğer önemli farkı da, anlık etkileşime izin vermesi dolayısıyla, yayınların birer sosyal forum, tartışma ortamı niteliği kazanarak söylemin etki alanını genişletmesi oldu. Twitter, Facebook, Friendfed gibi sosyal topluluk ağları, Youtube, Flickr gibi sosyal paylaşım alanları, aynı zamanda ciddi birer alternatif haber kanalı gibi çalışıyor. İran seçimleri, Gazze filosu gibi uluslararası olaylar önce bu kanallardan dünyaya yayılıyor; hatta ana akım medya bile bu kanallardan alıyor bilgiyi. Eh, durum böyle olunca, kamusal içerik üreten tüm yayıncılar gibi internet yayıncıları da devletlerin ilgi alanına giriyor. Bu odağın dolaysız sonuçlarından biri, hukuk ve teknoloji arasındaki hız ve zihinsel model farklarından kaynaklanan sorunları birebir yansıtan “internetle ilgili hukuksal düzenlemeler” olurken, sözü edilen hak ve özgürlüklere zaten baskıcı bir biçimde yaklaşan devletlerin ilk aklına gelen de olumsuz düzenlemeler yaparak interneti sansürlemeye yeltenmek oldu.

Maalesef bizim devletimiz de bu ikinci sınıfa giriyor. Ülkemizin adı, internet sansürcüler liginde, Çin, İran, Kuzey Kore, Suudi Arabistan gibi ülkelerle birlikte anılıyor. Uluslararsı toplumda giderek yükselen tepkiler, yabancı basında konuyla ilgili sürekli olarak çıkan yazılar, son Avrupa Birliği İlerleme Raporu (http://www.abgs.gov.tr/files/AB_Iliskileri/AdaylikSureci/IlerlemeRaporlari/turkiye_ilerleme_rap_2009.pdf) ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Raporu’ndaki (http://www.osce.org/documents/rfm/2010/01/42294_en.pdf) açık eleştiriler ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in son “İnternet Düşmanları Raporu”ndaki “gözetim altındaki ülkeler” kategorisine girmemiz (http://en.rsf.org/surveillance-turkey,36675.html), durumu açık seçik bir biçimde gösteriyor.

Türkiye’de internetin belli bir kullanıcı grubunun ötesinde yaygınlaşmasıyla birlikte, devletin olumsuz düzenlemeleri de gündeme geldi. Türkiye’de internetin sansürü 2001‘deki RTÜK Kanunu ve Basın Kanunu ile başlar, bugünkü 5651 kod adlı internet sansürü yasasına kadar gelir. Bu tavrın partisi, ideolojisi, görüşü yoktur. Söz konusu düzenlemeler, DSP-MHP koalisyonu ile başlar, AKP hükümetleriyle devam eder; üstelik TBMM’de iktidarıyla muhalefetiyle oybirliği sağlanan ender konulardan biridir. Ben bu durumu bir “devlet refleksi” olarak görüyorum; ele avuca sığmayan, sınırlar içerisine kapatalımayacak, hızlı akan ve aynı hızla etki eden bir iletişim ortamının verdiği korkuya karşı geliştirilmiş bir refleks. Türkiye’de internet sansürünün kısa tarihini ve yaşanan gelişmeleri ayrıntılarıyla şu yazımda ele aldım: “Türkiye’de internet sansürünün kısa tarihi… ve mümkün geleceği!” (http://sansuresansur.blogspot.com/2009/09/turkiyede-internet-sansurunun-ksa.html); meraklısı başvurabilir.

Sonuç ortada: sansürlenen 6000’e yakın web sitesi, sosyal topluluk platformu, blog alanı, paylaşım sitesi, haber kanalı… Burada dikkat edilmesi gereken bir durum var: gerek çok ünlü olması, gerekse Google gibi bir internet deviyle ilişkili olması bakımından, 2008 yılından beri Türkiye’de engelli olan Youtube, neredeyse internet sansürünün diğer adı halıne geldi. Haziran ay başından beri, bu engelleme ile ilgili olarak Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın IP bloklamasına dayalı yeni bir engelleme yöntemini devreye sokması sonucu yaşadığımız Google skandalının uyandırdığı kitlesel tepki, bu algıyı güçlendiriyor (“Google skandalı, Türkiye’nin internet sansürü serüveninde “eşik etkisi” yaratır mı? http://sansuresansur.blogspot.com/2010/06/google-skandal-turkiyenin-internet.html ; “Google ve “sansür ekonomisi”!http://www.bthaber.com.tr/?p=5026 ; “Google kesintisi” bize ne öğretmeli?” http://www.gennaration.com.tr/yazarlar/google-kesintisi-bize-ne-ogretmeli/ ). Öyle ki, internet sansürüne karşı çıkanlara Google avukatı muamelesi yapılmaya başlandı. Ulaştırma Bakanlığı’nın konuyla hiç bir hukuki bağı olmamasına rağmen kullandığı “ama adamlar vergi vermiyor ki” dezenformasyon söylemi de üstüne tuz biber ekti.

Youtube bu ülkede engellenen 6000 siteden yanlızca biri ve en önemlisi de değil. Elbette Google’ı çıkardığınız zaman, internetten geriye pek fazla bir şey kalmıyor; dolayısıyla tepkiler normal! Ancak önemli olan internet sansürünü bir bütün olarak algılamak ve herkesin sansürlenebileceğini aklımızda tutmak.

İnternet sansürünü meşrulaştırmak için bizimki gibi baskıcı otoritelerin en çok kullandığı dezenformasyon yöntemi olması sebebiyle “çocuk pornografisi” hakkında da bir kaç şey söylemek gerek. 5651 sayılı yasa sözde çocuk pornografisini önlemek için çıkarıldı ama sonra içini bir çok müphem suçla torba gibi doldurdular. Bu amaçla yoğun bir medya kampanyası yürütüldü. Bir sürü insan tutuklandı, sonra bunların sadece biri suçlanıp hüküm giydi, diğerleri tamamen yasal içerik bulundurdukları için beraat etti; Ulaştırma Bakanlığı da bilinçli olarak yaratılan tepkiyi manipüle ederek, kaşla göz arasında 5651’i Meclis’e sevkediverdi. Zamanında şöyle yazmıştım: “Türkiye çocuk emeğini sömürme bakımından dünya dördüncüsü. Çocuk tutukluların sayısında büyük artış var. Çocukların yüzde 72’si ana baba, yüzde 22’si öğretmen dayağı yiyor. Her üç çocuktan biri istismara uğruyor. Kızlar çocuk yaşta evlendiriliyor. Pedofili atasözlerimize sızmış. Bunların hepsinin sorumlusu da internet, öyle mi? Bu ne ikiyüzlülük!  Çocuk pornosu internetle birlikte ortaya çıkmış bir sorun değil. Bu sorun toplumsal ve çocuğun korunması için cezai tedbirlerden çok daha fazlası gerek. Türkiye on yıl önce Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne imza koydu ve bu konuda hiç bir şey yapılmadı. İnternetin yaygınlaşması ülkenin kalkınması için stratejik bir önem taşıyor. Hükümet ve pederşahi iktidar bağımlısı medya çocuğu bir kez daha istismar ediyor; interneti sansürleyerek disiplin altına alma, onu “medyatize” ederek magazin ve reklama indirgeme hayalleri kuruyor. Olan çocuklarımıza ve hukuka oluyor.” (“Çocuk istismarından internet istismarına Türkiye…” http://www.ozguruckan.com/?p=574)

İnternetle ilgili sansür mekanizmalarının şu anda yaşadıklarımızla sınırlı kalmayacağını, hatta sansürün ötesine geçip, özel hayatımızın gizliliğinin ihlal edileceğini, internet erişimimizin, yani iletişim hakkımızın kısıtlanacağını; hatta ve hatta yeni suçlar yaratılıp hapis ve para cezalaryla tehdit edileceğimizi öngörmek için ne yazık ki çok fazla işaret var. Ekim ayında yeni bir Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu çıkarılıyor ve bu yasanın, Fransa’da Anayasa Mahkemesi tarafından yargının dışında keyfi bir otorite tesis ettiği ve vatandaşların iletişim hakkına kastettiği için reddedilen HADOPI yasasının ilk versiyonunun bir çevirisi olduğunu duyuyoruz. Bu yasa kimin internetten ne indirdiğini anlamak için tüm iletişimimizin anayasaya aykırı bir biçimde izlenmesi ve kayıt altına alınmasından, internet erişiminin kesilmesi ve para, hapis cezalarına kadar çok sayıda olumsuzluk içeriyor. Aynı şekilde, hali hazırda düzenlenmiş olmasına rağmen bilişim suçlarıyla ilgili ölçüsüz cezalar getirecek bir ceza kanunu da söylentiler arasında. RTÜK, geleneksel medyanın yanı sıra internet medyasını, IPTV başta olmak üzere görsel-işitsel internet yayınlarını denetlemek için hazırlık yapıyor. Kurum Ulaştırma Bakanlığı’na bağlanıyor ve BKT / TİB ile birlikte yeni bir online “muzir kurulu”na sahip oluyoruz. Bu kurumların mevcut faaliyetlerine bakarak daha ne kadar ileriye gidebileceklerini kestirmek mümkün. Kısacası karanlık günler bizi bekliyor.

Neyse ki hayırlı gelişmeler de olmuyor değil. Mesela ilk kez bir iş grubu, dijital reklam ajansları internet sansürüne karşı bir deklarasyon yayınlıyor (“İnternet Geleceğimizdir”, http://www.internetgelecegimizdir.com/). Aralarında Cyber-rights, İNETD, Sansüresansür, Netdaş, LKD, EMO, TMMOB, TİHV, TİEV, TZV, Türk Kütüphaneciler Derneği, ÜNAK, BİTDER, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Bilişim Muhabirleri Derneği, Ekşi Sözlük,  Neonebu, Kaos GL, Genç Siviller, Bianet gibi çok farklı oluşumların bulunduğu 50’ye yakın sivi toplum kuruluşu, sivil inisiyatif, haber ağı, web sitesi, ilk kez, internette sansüre karşı güçlerini birleştirmek üzere bir Ortak Platform kurdu (http://www.sansursuzinternet.org.tr/). Platform’un yayınladığı deklarasyon TBMM’de Ulaştırma Bakanı’nın karşısına soru formatında çıktı. Bu girişimler ulusal ve uluslararası medyada da geniş yankı buluyor. İnternet kullanıcıları, iş örgütleri, bilgi ve iletişim teknolojileriyle ilgili kuruluşlar tepkilerini giderek daha örgütlü bir biçimde yükseltiyor. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım başta olmak üzere, otoritelerin söylemlerindeki rahatsız ton bu tepkilerin adresine ulaştığını gösteriyor.

Kimi internetin suça, ahlaki çöküşe, köktenciliğe, terörizme, dilin yozlaşmasına, bilgi çöplüğüne, fikir hırsızlığına, insanların birbirlerinden yalıtılmasına yol açtığını iddia eder; kimi de demokrasi, özgürlük, refah, işbirliği, yeni işler, ekonomik büyüme, katılım, daha iyi eğitim gibi değerleri getirdiğini… Ama internet “karşıt eğilimlerin bir alanı”dır ve mevcut risklerle birlikte mümkün fırsatlar sunar. Hukuk devletleri bu alanı yasaklar ve engellemelerle değil hak ve özgürlükler ve toplum faydası temelinde düzenlemeye çalışıyor.

Bizde ise devlet internete yönelik ciddi bir tehdit algısı geliştirdi. Bunun nedeni internet değil, devletin küresel yönetim paradigmalarıyla yaşadığı uyumsuzluk. Özellikle de yönetişim, yani şeffaflık, sorumluluk ve hesap verebilirlik konusunda ciddi sorunlar var. Ülkeyi yönetilemez hale getiren merkeziyetçi yönetim saplantısının ve bir türlü tedavi edilememiş bölünme paranoyasının bu uyumsuzlukta payı büyük. Dolayısıyla internet düzenlemeleriyle ile ilgili en önemli sorun, aslında diğer hayati konulardaki sorunumuzla aynı: yönetişim fobisi. Devlet internete yasakçı bir zihniyetle yaklaşıyor; tehdit olarak gördüğü bilgi akışını tamamen denetimi altına almaya çalışıyor; başarısız olmaya mahkum bu yaklaşımla ne riskleri yönetebiliyor ne de fırsatları değerlendirebiliyor.  Bu denklemde toplum geçici olarak kaybedendir, ama asıl kaybeden bizi geçen yüzyılın paradigmalarıyla yönetmeye çalışanlar olacaktır.

Özgür Uçkan

Dr. Özgür Uçkan

Kaç koltuk? Kaç karpuz?

İpek Aral Kişioğlu, kısa zamanda önemli bir boşluğu doldurmaya başlayan İK blogunun konuk yazarlar kategorisinde mesleğim hakkında yazı yazmak için beni davet ettiğinde, “iyi ama hangi mesleğimi yazacağım” diye ayak diremiştim. O da, sağolsun, “Ben eğitim süreciniz ile gelişen bu geniş yelpazeyi nasıl oluşturduğunuzu, sizi motive eden, yönlendiren etmenleri ve hedeflerinizi yazmanızı çok isterdim” diyerek direncimi kırdı. Bu yazıda söylediği şeyi yapmaya çalışacağım. Zor olacak. Yazı da biraz “eklektik” duracak, tıpkı benim meslek hayatım gibi…

Eşim hep şikayet eder: “kocan ne iş yapıyor” sorusuna kısa yoldan cevap bulamadığı için… Haksız sayılmaz. Şimdi, dışardan bakınca akademisyen gibi görünüyorum. Akademik bir ünvanım var, bir üniversitede ders veriyorum. “Adamın mesleği bu işte, akademisyen”, derseniz pek doğru olmaz. Çünkü dışardan ders veriyorum, yaptığım tek iş bu değil, üstelik de ilk bakışta birbiriyle ilgisi kolay kurulamayacak konularda ders veriyorum. Üniversitenin Kültür Yönetimi bölümüne bağlıyım, verdiğim derslerden biri kültür ekonomisi ve network etkisi hakkında. Verdiğim bir başka ders, bilgi ekonomisi, ağ ekonomisi ve network kültürünü birbirine bağlıyor. Bir başka dersim ise elektronik enformasyon tasarımı ve yönetimi konusunda. Bir diğeri ise kişisel verilerin korunması ve mahremiyet ile ilgili hukuksal bir çerçevede yer alıyor. Belki bütün bunlar arasında belli bir ilişki kurulabilir. “Network” hepsinin bir şekilde ortak noktasını oluşturuyor. Ama yine de pek alışıldık bir durum olmadığını kabul edin.

Gelelim diğer işlerime: Şirketlere ve kuruluşlara kurumsal iletişim danışmanlığı veriyorum. Bazen bu danışmanlık iletişimin hafifçe dışına taşıp iş geliştirme ve inovasyon stratejilerine de uzanabiliyor. Bazı bilişim sivil toplum kuruluşlarına (TBV, TÜBİDER, TBD) bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi politikaları ile ilgili danışmanlık veriyorum. Bu danışmanlık özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerinin ülke kalkınmasındaki rolü ile ilgili olarak oluşturulması gereken ulusal politika ve stratejilerle ilgili. İhracatçı birliklerinin çatı örgütü Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin bilgi ekonomisi danışmanıyım. Bu işim, ihracat odaklı büyümede bilgi ekonomisinin, özelikle Ar-Ge ve inovasyonun rolü odaklı ve ihracatçı KOBİ’lerin bilgi ekonomisi paradigmalarına uyumlaştırılmaları ile ilgili çalışmaları kapsıyor. Yaklaşık bir yıldır da oldukça kapsamlı bir işin içindeyim: Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın açmış olduğu ihale sonucunda “Bilişim Vadisi Projesi”’nin fizibilite çalışmalarını yürüten ekibin bir parçasıyım. Projenin iletişim stratejisinden sorumluyum, ama yürüttüğüm çalışmalar bunu biraz aşıyor: teknoparklar, bilim ve teknoloji  parkları, inovasyon merkezleri gibi oluşumların son yıllarda yaşadığı gelişmeleri ve bu konulardaki trendleri inceliyorum, ki buna uygun bir iletişim stratejisi kurgulayabileyim. Bu da bilgi ve iletişim teknolojilerinin yanı sıra, biyoteknolojiden nanoteknolojiye, çevre ve enerji teknolojilerinden gıda ve sağlık teknolojilerine geniş bir ileri teknolojiler alanının gelişme dinamiklerini araştırmamı gerektiriyor. Haftalık bilgi teknolojileri dergisi BThaber’de köşe yazmamı “iş” olarak nitelemem doğru olmaz (http://www.bthaber.com.tr).  Bu, konuyla ilgili faaliyetlerimin bir parçası olarak bilgi paylaşımı gereği zaten.

Sosyal ağların müdavimleri, özellikle de Friendfeed kullanıcıları ve bloglarımı takip edenler bilirler, “net vatandaşlığı”, internet üzerinde fikir ve iletişim özgürlüğünün ve mahremiyet hakkının korunması, internet ve bilişim hukuku, bu alanlarda sivil aktivizm konularıyla da yakından ilgiliyim. Şu sıralar kurucularından olduğum netdaş hareketinin (http://www.netdas.org) ivmelenmesi için ciddi bir çalışma içindeyiz. Ayrıca Korsan Partisi hareketinin kuruluşuna da destek vermeye çalışıyorum (http://www.korsanpartisi.org).  İnternet sansürü ve bağlantılı konularda sürekli yazıp çiziyorum ve bu aktivizm alanında on yıldan fazla süren bir faaliyetim var. Bu bağlamda kendimi bir tür “dijital aktivist” olarak tanımlayabilirim.

Faaliyette bulunduğum bir başka alan ise sanat. Özellikle plastik sanatlar ve performans sanatları hakkında yazıyorum. Takip ettiğim sanatçılar var. Bu konuda bir miktar yayınım mevcut. Yazmak dışında, katıldığım veya organize ettiğim etkinlikler de bulunuyor. İnsanlara sanata olan ilgim “hobi” gibi geliyor, ama ben bunu duyduğumda şiddetle karşı çıkıyorum. Bu konuyu fazlasıyla ciddiye alıyorum. Önemsediğim ve gerçekleştirmeye uğraştığım projelerim var. Bu da benim için bir “iş” kısacası.

Bir kaç yıl önce, artık yetişemediğim ve beni fazlasıyla yorduğu için bıraktığım bir işim de vardı: “etkinlik yönetimi” (event management). Bu alanda halen faaliyette bulunan az sayıda şirketten birinin kurucu ortağı idim, ama şirketi devredip bu sektörden ayrıldım. Yaklaşık onbeş yıl reklam sektöründe, sonra da etkinlik tasarımı ve yönetimi işinde çalıştım. Yukarda saydığım işlerimin bir kısmının yanı sıra yani. Bu işin o işlerden daha fazla kazandırdığını itiraf etmem gerek. Ama daha yorucu olduğu da aynı ölçüde doğru. Dolayısıyla işin ağır tarafını bıraktım ve sadece kurumsal iletişim danışmanlığı kısmını korudum.

Şimdi, bütün bunları niçin yazdım? Övünmek, “bakın ben ne çok yönlü bir kişiyim” demek için mi? Bakın, öyle algılarsanız çok üzülürüm! Bunları yazdım, çünkü “ne iş yapıyorsun” sorusuna ancak böyle doğru bir karşılık verebilirim.  Ama merak etmeyin, bu soruyla karşılaştığım zaman, eşim gibi yapıyorum, yani bu işlerden bir ya da birkaçını duruma göre seçip soruyu kısaca geçiştiriyorum. Karşımdakinin rahatını düşünüyorum.

Aslında bütün bunları yazmamın nedeni bu blogun amacına hizmet etmekti. 21. yüzyılda işin ve istihdamın doğasının nereye doğru gittiği hakkında kişisel bir örnek vermek istedim. Çünkü işler hem hızla çeşitleniyor hem de birbirine geçiyor, “yakınsıyor”. Eskiden akademisyenlerin kullandığı “disiplinlerarası” kavramı bugün insan kaynaklarının has kavramlarından biri haline geldi.

İnanın, sanat ve siyaset dışında, yaptığım bu işlerden hiçbirini planlı programlı bir şekilde bir kariyer olarak ben seçmedim. Bu sonuç, “şeylerin hali”… Kendiliğinden oldu bütün bunlar. Ya da buna Stephan Mallarmé’nin ünlü nitelemesiyle “nesnel tesadüf” diyebilirim.

Eh, artık kısaca toparlayayım: Hayatım işte böyle çeşitlendi, çünkü önce felsefe okudum. Felsefeyi bitirdikten sonra, master’ımı yaparken “oyun teorisi” ile ilgilenmeye başladım. Master’ımın asıl konusu sanat ve siyaset ilişkisi ile ilgiliydi. Ama oyun teorisi beni ekonomi ve uluslararası ilişkilere götürdü. Bu disiplinler de tarih olmadan ayakta duramıyordu. Ben de doktoramı disiplinlerarası bir alanda yaptım. Bilim, teknoloji, özellikle de bilgi ve iletişim teknolojileri oldum olası ilgimi çekerdi (Bunda rahmetli babamın da ciddi payı var). Ben de disiplinlerarası bakışımı özellikle bilim-teknoloji ve iletişim alanına odaklamayı seçtim. (Bu arada sanat ve siyaset varlığını korudu.) Bütün bunları yaparken tek bir şeyin bilincindeydim: eğitimimi üniversitede kariyer yapmak için sürdürmüyordum (nitekim aynı süre içinde çalışıyordum, müzik prodüktörlüğü, konser organizatörlüğü gibi eğlenceli işlerim oldu). Nitekim doktoramı bitirdikten sonra uzun süre üniversitelerle (özellikle de devlet üniversiteleriyle) ilişki kurmamak için direndim. Bugün de ders vermeye başka bir gözle bakıyorum. Ders vermek en az öğrencilerim kadar beni de besliyor. Kişisel bir özelliğim mi bozukluğum mu desem, bir durumum var: hareket etmeden duramıyorum. Sürekli yeni bir şeylerle ilgilenmek zorunda hissediyorum kendimi. Daha önce öğrendiklerimden biriktirdiklerimi (yani deneyim sonucu bilgiye dönüşmüş enformasyonu) ise “kullanıyorum”. Yani kendimi bir tür “bilgi işçisi” olarak tanımlayabilirim.

“Hedeflerim” mi? Bir çok hedefim var. Yukarda saydığım alanların her birinde ürün vermeyi sürdürmek en önemli hedefim. Yaşlandıkça, belki, o da belki, bu alanların sayısını bir miktar azaltabilirim. Ya da hiç aklımda olmayan bambaşka bir işi yapmaya da başlayabilirim (aslında aklımda gourmet yazar, müze küratörü, balıkçı gibi bir kaç alternatif de yok değil hani!). Bilmiyorum. İşin bu kısmını nesnel tesadüflere bırakacağım…

Ee, gençler bütün bunlardan ne öğrenebilir? Mesela on yıl sonra büyük olasılıkla hiç akıllarına gelmeyecek bir işi yapıyor olacakları fikrine alışabilirler. Hatta bu iş muhtemelen şu anda var bile olmayabilir. Giderek hızlanan ve “ağ etkisi” ile birbirine bağlanan bu karmaşık dünyada kazanacakları en önemli yeteneklerin bilgiyle ilgili olacağını da öğrenebilirler. Yani bilgiyi edinme, işleme, diğer bilgilerle ilişkiye sokma, güncelleme, bilgi süreçlerine hakim olma, ama herşeyden önce bilgiyi paylaşarak katma değerini artırma yeteneklerinden söz ediyorum. Bu yeteneğin geliştirilmesi (ki bu öğrenilebilir ve geliştirilebilir bir yetenektir), hemen her koşula şimdiden hazır olmayı sağlar.

Elbette, bir de kendinize yakışanı bulmanız gerekiyor. Bunun için de önce kendinizi bulmanız ve sürekli aşmanız gerek. (Tabii bu arada kendinize yakışanı giymeyi de ihmal etmeyin!)

İnsan aynı anda birçok iş yapabilir, hepsini gayet iyi de yapabilir. Kendinizi asla azımsamayın.

Dr. Özgür Uçkan

İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültür Yönetimi Bölümü

Türkiye İhracatçılar Meclisi  Bilgi Ekonomisi Danışmanı

Türkiye Bilişim Vakfı Bilgi Politikaları Danışmanı

http://www.ozguruckan.com

http://ozguruckanzone.blogspot.com

http://kaotikretorik.wordpress.com

Kaynağım İnsan

01a1

Yeni blogum Kaynağım İnsan hayırlı olsun.

🙂

Tasarımı ve html’i eşim İlhan ve Urbsz ekibi tarafından yapıldı ve bugün yani 9 Ekim tarihinde resmen açıldı. Kaynağım İnsan’a 2006 yılından beri yazmış olduğum diğer insan kaynakları yazılarımı da aktardık. Dolaysıyla blog yeni olmasına rağmen içi boş bir görüntü sergilemiyor.

Böyle bir blog yapmak aslında ne yaratıcı bir düşünce, ne de bir ilk. Dünyada onlarca insan kaynakları blogu var ama bu sayı Türkiye’de çok sınırlı. Kariyer üzerine Fatmanur Erdoğan’ın çok beğendiğim “Kariyer Yolculuğu”  ve takip ettiğim Yasemin Sungur’un “Kariyer Koçu” blogları var. Bu nedenle benim açacağım çapta bir insan kaynakları blogu bildiğim, araştırdığım kadarıyla Türkiye’de halen yok.

Bu yazıda birkaç kişiden sözetmeden geçemeyeceğim; ilki Ömer Ekinci. Altı ay önce bana açacağı Geliştrend blogunda insan kaynakları yazıları yazmam teklifini getirdiğinde aslında ne o, ne de ben bugüne kadar çoktan yapmış olmam gereken şey için anayolu açtığını, motivasyonu sağlayacağını bilmiyorduk. Teşekkürler Ömer 🙂

Ayrıca İK üzerine benimle kaynaklarını paylaşan Özgür Uçkan‘a da teşekkürlerimi borç bilirim. Akademisyen bakış açısı mesleki anlamda benim için çok önemli, bana çok önemli penceler açıyor, çok yönlü gelişmemi sağlıyor.

Ve son olarak blogun teknik süreçlerini seri şekilde götüren eşim İlhan ve Urbsz ekibinden Ozan ile Sevil’e teşekkür ederim. Siz olmasanız bu blog standart bir temadan açılacaktı ve belki bende bu kadar büyük bir heyecan yaratmayacaktı.

Dileğim bu blogun mesleği insan kaynakları olan, insan kaynakları uygulamalarını merak eden herkese iyi bir kaynakça olması. Blogun içindeki “Soru/Cevap”bölümünde bloga abone olan kişilerin İK üzerine her türlü sorusunu kısa ve öz biçimde cevaplamaya çalışacağım. Önümüzdeki günlerde hayata geçireceğimiz sağ sütundaki video bölümünde ise iki, üç dakikalık insan kaynakları konularına dair kendi kaydettiğim videoları yayınlamayı planlıyorum.

İnsan kaynakları üzerine yazacak, paylaşacak çok konu, çok bilgi var, okuyacak, araştıracak, öğrenecekse belki bütün bildiklerimin yüz bir milyon misli … eee kaynak insan olunca,  ucu bucağı yok büyük denizin. Blog ziyaretçilerine merhaba ve iyi okumalar …

🙂