Kategori arşivi: Profesyoneller

Özer Dölekoğlu

Kariyer lafından çok korkarım. Belki de üzerimde hiçbir zaman olmayıp, hiç de olmayacak bir mevhum olduğundan olsa gerek. “Profesyonel” diye de çağırılmak benim için ürkütücü. Bundan dolayı da burada, bu başarılı profesyonel insanların arasında yazı yazmaktan ötürü de pek telaş içindeyim. (Tevazu falan değil, o yolları da kapatayım) İşte bu yüzden, sırf bu yüzden işte hayatımı üzerine kurduğum ama hiçbir zaman tam  hissetmediğim, nereye gittiğini anlayamadığım ve hep eksik kalan mevzular hakkında iki çift laf edeceğim.

Hayatımı geçindiren iki işim var. Çalgıcılık ve internet işçiliği. Dikkat edin müzisyenlik ve web girişimcisi (hele ki afili laf: entrepreneur) demiyorum. Çünkü ikisi de anlam veremediğim bir havada salınma halinde hayatımda. Ciddiye alınası değiller.

Şöyle açıklayayım. Müzik icrasıyla alakalı olanlar bilir. Bar müzisyenliği komik bir mevzudur. “Cover” diye tabiredilen, başkalarının yaptığı şarkıları her hafta çalar durursunuz. Temcit pilavı gibi ortaya çıkarırsınız, karşınızdaki insanlar değişir, bazıları aynıdır. Asıl amacı “eğlendirmektir”, eğlendirdiğin kadar iyisindir. Üretilen bir şey yoktur (emprovizasyon belki), çoğunlukla sevdiğiniz, normalde evde/arabada dinlediğiniz şarkıları çalmazsınız. E sevdiğiniz şarkıyı çalsanız da, ellince kez çalıştan dolayı bir nefret doğar. Kendi açımdan olduğum durum; çok da dibe vurmadan (yani tam olarak isteneni vermeden) ortamla, eğlence arayışında olanlarla uzlaşmaktır. Hiçbir sorun yok, her şey güllük gülistanlıktır. Ama yukarıda tanımladığım şekilde bir havadalık sezdiniz değil mi? Bu işi 18 senedir yapıyorum. Bu bir kariyer mi ve hatta bir başarı mı? Yok, sadece süregelim.

Web işleri ile alakalı olanlar bilir internet işi komik bir mevzudur. Bu işi ciddi ciddi emek vererek ve dirayetli olarak yapmaya çalışırken teknoloji, politika, sanat sitenize ya da kariyer blogunuza; “rus kızlar”  arayarak gelen hatırı sayılır miktardaki tayfa ile bir anda dağılırsınız. E zaten biliyorsunuzdur; internet hormon üzerine kurulu ama siz aklı başında olan %1’e  hitabetmek istiyorsunuz. Yaparsınız güzel bir şeyler sonra 15 yaşındaki kerata basar bir programın “Saldır!” butonuna hayatınız kayar. Bir diğeri ne yazdıysanız 1 saat sonra bloguna kopyalayan sistem kurar apışıp kalırsınız. Harika olduğunu düşündüğünüz fikirleriniz vardır ama Türk işi her işi bilen/yapan 1 adamla o işleri yapmak hiçbir zaman olmayacak hayallerin peşinde koşmaktır. İnanılmaz ekibiniz ve kurumsallaşmış işinizle ayakları yere basan projeler yaparsınız bürokrasi belinizi büker. Bunların bazılarını yaşadım, bazılarını da sadece gözlemledim. Nasıl bir iştir ki bu, nasıl ciddi ciddi koşulur peşinden (koşarken Rus kızları da peşimize takarak). Ben yıllardır (14) önce başkalarına sonrasında da kendim için yaptığım işlerden hasbelkader web’den ekmek yedim. Bu bir kariyer mi ve hatta bir başarı mı? Yok, sadece süregelim.

Merak etme, araştırma, öğrenme ve paylaşma. Kendimi tam bir profesyonel gibi hissettiğim sıralama budur. Hayatımda ansiklopedi okumakla başlayan merak ve öğrenme zevki, internet ve aramaya inanmakla beraber sınırsız kaynağa büründü. Ayrıca artık yayma gücü de ele geçti ki bu, paylaşmanın dayanılmaz hafifliği ile tadından yenmez hale geldi.

Hayatta 2 işi biliyor ve yapıyorum. İkisinde de başarı ve kariyer elde edebilmem söz konusu değil ama mutlu ve huzurluyum. Merak edip öğrenecek ve ardından paylaşacak şeyler arayışındayım. Annem hâlâ adam olmamı bekliyor.

Dipnot: Burda genç dimağlara yön verecek şeylerden bahsetmek isterdim ama sahte bir kartal hikayesi ile bunu yapmak istemedim. 😉

www.neticat.com
www.limk.biz

www.takibet.com

Cem Öztürk

Yoğun bir çalışmanın ardından günün son kahvesini yudumlarken Pulitzer ödüllü Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabını elime almıştım. Prof. Jared Diamond’un yaklaşımına o kadar kaptırmıştım ki günün son kahvesine yazık olmuştu.

Diamond’a üzerinde otuz senelik çalışma motivasyonu sağlayan soru “İnsanoğlu eş zamanlarda var olduysa, neden uygarlıklar arasındaki fark bu kadar fazla ?”  idi.

Binlerce yıl öncesinde insanoğlu avcılık ve toplayıcılık ile hayatta kalma beceresine sahip iken bir kesim insan coğrafik koşullarının sağladığı arpa ve buğdayı kullanıp tarıma geçmişti.

Avcılık ile her birey salt kendini besleyip günü kurtarırken, tarım ile uğraşanlar kendileri dahil bir çok insana besin sağlayabiliyorlardı. Tarım teknolojisine sahip toplumlar günün çoğunu beslemenin dışında faaliyetlere vakit ayırarak geçirebiliyorlardı.

Ateş ve sonraları simya ile uğraşıp teknolojilerini geliştirdiler, çeliği, tüfeği icat ettiler, göreceli olarak yavaş gelişmekte olan diğer toplumları ya kullandılar yada yok ettiler ve süreç zarfında içinde bulunduğumuz küresel egemen medeniyeti var ettiler.

Medeniyetin taşınması zahmetli ve/veya an itibariyle gereksiz görüldüğü dünyanın ırak bölgelerinde hala avcılık/toplamacılık ile günü kurtarmaya çalışan küçük yerli toplulukları yaşamaktadırlar.

Diamond’in küresel tezini ansızın küçük dünyama, 10 senedir içinde bulunduğum bilişim  sektörüne uyarlanabileceğini gördüğümde içilemeyecek kadar soğumuş günün son kahvesini tazelemeye mutfağa gittim.

Aklıma ilk çalıştığım dijital ajanslar geldi, genellikle günün yoğunluğu içinde kaybolan çoğu  detaylar akşamları ajansların bol kahve stoğuna sahip mutfaklarında tartışılırdı. Hatta itiraf etmeliyim ki bu keyiflli sohbetler sabahları asık suratla bir masa etrafına toplanmış bir avuç mühendis ve pazarlamacının toplantısından çok daha verimli olurdu.

O dosyaların neden hala gönderilmediği, tasarımcılarla yazılımcıların tatlı mücadeleleri ve ancak müşterilere olmayacak işler için kısa süreler vaadetmiş pazarlamacılara karşı birlik olmaları, ötelenen iş-bitim zamanları…

Seneler geçtikçe, çoğu düzgün-doğrusal gelişen sektörlerin çalışanlarının pozisyonları, zamanın yönüde iyileşmekteyken, özellikle yazılım geliştiren iş arkadaşlarımın zamanla sektör dışında kaldığını görmeye, her ne kadar dramatikte olsa alışır olmuştum.

İş arkadaşlarımın gözden kaçırdığı geleneksel bir sektörde olmadıkları, mesleki argümanlarının gelişiminin salt adaptasyonla takip etmenin ötesinde farklı öngörüler geliştirerek bir sonraki gelişimi tahmin etmek ve sektör içindeki varlık nedenlerini koruyabilmek için hazır olmak zorunda olduklarıydı.

Kesinlikle her sektör gelişir, ama yazılım-geliştirme içinde bulunduğu her sektörün gelişim hızına  cevap verebilmek adına baş döndüren bir ivmeyle gelişir, dallanır ve özelleşir.

Süreçten kopmamak için öğrenmeyi öğrenmiş olmak esastır.

Dönelim Diamond’in tezinin içinde bulunduğum bilişim sektöründeki iz düşümüne;

Özellikle dijital ajanslara çalışan yazılım geliştiricilerin devinimi baş döndüren WEB teknolojileriyle markalara özgü hızlı-tüketim-dijital-ürün oluşturma “ mücadelesi “ ülkemizin ekonomik şartlarıda göz önüne alındığında hayret verici derecede başarılı.

Sektör içinden biri olarak bu başarıda büyük emeği geçen yazılım geliştirici sayısının çok az olduğunu söylemek ise ne yazık ki yanlış olmaz.

Yazılım geliştirici başına günlük iş yükünün bu kadar fazla olması ülkemiz gerçeği olsa da, yarın da sektör içinde olabilmek ve “başarıların” parçası kalabilmek adına yazılım geliştiricilerin kullanıcı trendlerini takip ederek bir sonraki teknoloji çatallanmasını öngörüp, yeterli motivasyon öğesi yaratıp, hizmet verdikleri oluşuma değer katmanın yanında kendi gelişimlerine de zaman ayırması gerekmektedir.

Günün kahramanı olmak adına, rutin teknolojilerle gün aşırı ürün veren birçok yazılım geliştirici, kolobratif / zengin internet uygulamalarının ( WEB2.0/RIA ) sektör standartı haline geldiğinin çok geç farkına varabildi ve ne yazık ki hızlı geliştirme sürecine dahil olamadılar.

Keza Facebook ve türevi platformların internet kullanıcıları tarafından kültür olarak kabul edilmesiyle, masaüstü-oyunları ile basit-web-oyunları arasında kendine yer bulan  “Gelişmiş Web Oyunlarının ” yaygınlaşmasının farkına varamayan birçok etkileşimli-uygulama geliştirici, benzer uygulama taleplerini yeteri hızda karşılayamayıp sektör dışında kaldı.

Hızlı üretim sürecindeki günün kahramanlarının unutmaması gerek şey hizmet verdiği işletmenin bir ticari kurum olduğu, kurumun değişen taleplere hızla cevap verebilmek adına keskin manevralar yapabileceği ve kurum içindeki varlık nedeninin salt güncel bilgisi olduğudur.

Her ne kadar eksponansiyel olarak hızlanan dijital üretim/tüketim döneminde dijital ajansların sağlıklı büyümeleri için günün yorgun kahramanlarına kendilerini geliştirmeleri  adına kaynak ayırmaları gerekmekteyse de bu gereksinimin karşılanamadığı işletmelerde, yazılım geliştirici özveriyle kendi tarlasını kendi ekmelidir.

Özelleşmiş bir teknolojinin aranan bir geliştiricisi olsanız dahi, etkileşimde bulunduğunuz diğer teknolojilerinin sağlayıcılarının sitelerinden, bloglarından aylık / senelik yol haritalarını okumalı, laboratuvar ortamlar kurmalı, deneysel çalışmalarınıza devam etmeniz gerekmektedir.

Günü kurtarırken kaçırdıklarınız, yarınki başarısızlığınız olabilir.

Saygılarımla,

Cem Öztürk

Proje Yöneticisi/Yazılım Geliştirici

Dr. Ebru Baranseli

Dünyanın en iyi mesleği

Sevgili İpek Aral Kişioğlu mesleğimle ilgili yazmamı teklif ettiğinde hemen kabul ettim. Yaptığım işle ilgili yazmayı da konuşmayı da çok seviyorum çünkü. Mesleklerin tıpkı ellerimiz, gözlerimiz gibi birer organ olduklarını düşünüyorum. Bu organ; bireylerin kişisel tercihlerini, karakter özelliklerini, davranış biçimlerini, yaşam alışkanlıklarını ve hayata karşı duruşlarını yansıtma, kendilerini ifade etme aracıdır. Elbette herkes için doğru aracı/organı bulmak her zaman çok kolay olmayacaktır. Kimi zaman bilinçli/şanslı tercihler, kimi zamansa tesadüfler bu konuda belirleyicidir.

Benim kariyerimi ise farkına varıp değerlendirebildiğim dönüm noktaları belirledi diyebilirim. Yaz aylarında İstanbul’da sürekli gittiğim bir sanatevine ziyarete gelen grafik tasarım hocasının, yaptığım işleri görüp “neden grafik tasarım okumadığımı” sorması dönüm noktalarından biriydi. Grafik tasarımla ilgileniyordum elbette, tarihini okuyordum, hobi olarak yaptığım işlerde grafik anlatım dili ile kendimi ifade etmek fikrinden hoşlanıyordum ancak “meslek” olarak edinmeyi düşünmemiştim. Orta öğretimde matematik bölümünden mezun olduğumdan üniversite tercihlerimde de ilgili bir bölümü tercih edip, üniversite öğrenimine başlamıştım bile. Ancak bu sorudan sonra gözlerimi kapatıp 4 yıl sonrasını hayal ettiğimde kendimi hiç de “orada” göremediğimi farkettim. Ve grafik tasarım okumaya karar verdim. Bir yıllık zorlu bir çalışmanın -bir yandan okuduğum bölümün hayli yoğun ders programını aksatmamaya çalışırken bir yandan da grafik tasarım yetenek sınavlarına hazırlanıyordum- sonunda istediğim bölümde okumaya başladım. Okul sırasında mecburi staj için gittiğim reklam ajansı staj sonunda yarı- zamanlı iş teklif ettiğinde düşünmeden kabul ettim. Yarı-zamanlı çalışma hayatım farklı reklam ajanslarında mezuniyetime kadar sürdü. Yaptığım işi çok sevdiğim için okulla birlikte yürüyen yoğun tempolu iş hayatını zor -gerçekten zor- olduğu kadar zevkli de buluyordum. Bu tecrübe öğrenim hayatımın çok önemli bir parçasını oluşturdu. Öğrenmek istediğim her şeyi sorabileceğim, sorularımı bıkıp usanmadan yanıtlayan çok sevdiğim bir arkadaşımı bu sayede tanıdım. Onun motivasyonu ve desteğiyle mezuniyet projemde o zamana kadar Türkiye’de örneği henüz çok olmayan bir proje yapmaya cesaret edebildim. Mezun olduktan sonra yine reklam ajanslarında tam zamanlı grafik tasarımcı ve sanat yönetmeni olarak çalışmaya devam ettim. Eş zamanlı olarak yayınevleri için kitap kapakları tasarlıyor, yanı sıra serbest (freelance) olarak etkileşimli projeler tasarlamayı özellikle tercih ediyordum. Yeni medyayı ve grafik tasarıma olan etkilerini heyecanla izliyordum.

Kariyerimin ikinci dönüm noktası bu dönemdeki bir iş seyahati sırasında gerçekleşti. Projenin fotoğraf çekimleri için Eskişehir’e gitmiştim. İlk kez gittiğim bu şehirde Anadolu Üniversitesi’nin Yunus Emre Kampusünde bir gece yürüyüşü yaparken tesadüfen farkettiğim Yüksek Lisans ilanına başvurmaya karar verdim. Bu sayede sürekli kendimi geliştirme, okuma, yazma ve öğrendiklerimi paylaşma olanağı bulacaktım. Bu karar akademik kariyerimin başlangıcı oldu. Derslere girmek, öğrencilerle birlikte olmaksa kendimi geliştirmek için başka bir fırsattı ki ben bunu “taze beyinlerle” beslenmek olarak adlandırıyorum. Benim kadar bu işi seven, öğrenmek isteyen her öğrenciden yepyeni şeyler öğreniyorum.  Dersler sırasında anlattığım, paylaştığım bir bilginin öğrencilerin -hepsinin olmasa bile- gözlerinde yarattığı ışığı görmek paha biçilmez. Diğer yandan onların geliştirdiği her yeni fikir beni beslemekte, derslerimin içeriğini organik olarak değiştirmekte, yepyeni projeler üretmeme neden olmakta. Ekonomik olarak çok da zekice bir karar olmadığını bildiğim halde bu dönüm noktasından hiçbir zaman pişmanlık duymadım. Bunda elbette üniversitenin kurumsal olarak teknolojik gelişmelere olan yakın duruşunun etkisi büyük. Grafik tasarım gibi iletişim teknolojileriyle beslenen bir alanda ancak bu tavır sayesinde gelişmeye devam edebilirsiniz.

Bilgisayar ve internet teknolojilerinin, bilgi ağlarının günlük yaşamın bir parçası haline gelmesi günlük hayatın ta kendisiyle ilgili olan grafik tasarım disiplinini de her geçen saniye değişmekte ve dönüşmektedir, o kadar ki bilgisayar destekli grafik tasarımın ve sayısal iletişimin öncülerinden April Greiman bu etkinin sonucu olarak grafik tasarımın artık yeni bir adla anılması gerektiğini düşünmektedir. Geçmişte iki boyutlu, durağan görseller tasarlamakla sorumlu grafik tasarımcılar artık melez bir medya için tasarım yapmaktalar. Grafik tasarım zaman-hareket ve ses gibi enstrumanların da katılmasıyla dört boyutlu ve akışkan özellik kazanmıştır. Chris Pullman’ın tanımlamasıyla; grafik tasarımcı, kompozisyonla değil, kareografi ile uğraşır. Amaç; güzel bir kare yakalamanın ötesinde; zaman, hareket ve sesin işin içine girmesiyle, tipografinin, sözlerin, sesin ve görsellerin birbirleriyle aralarındaki ilişkinin nasıl değiştiğini iyi anlamaktır. Bu değişim ve dönüşümü anlayıp yapılan işe yansıtmanın tek yolu ise sürekli güncellenebilmektir. Ki benim için işin eğlenceli kısmını bu başlık oluşturuyor.

Akademik kariyerin getirilerinden biri çalıştığım, araştırdığım alanda ulusal ve/veya uluslararası platformda projeler geliştirme ve farklı partnerlerle uygulama imkanı sunmasıdır. Bu araştırmaların, projelerin sonuçlarını öğrencilerle paylaşarak pratiğe geçirmek ise bir diğer heyecan verici uzantısı. Bir yandan öğrenirken diğer yandan uygulamak ve sonuçlarını gözlemek bence kendini geliştirmenin ve güncellemenin en iyi yolu. Bu nedenle her dönem verdiğim derslerin – Grafik Bölümünde Grafik Desen, Web Tasarımı ve İnteraktif Grafik Tasarım, İletişim Bilimleri Fakültesi, Sinema- Televizyon Bölümünde Video-Grafi dersi- içeriklerini güncelliyorum. Her dersin temelini kavramsal tasarım ve fikir eskizleri oluşturuyor. Öğrencilerin farklı medyaya proje üretmelerine olanak verecek, internet teknolojilerini, bilgi ağları ve yapılarını tanımalarını ve aktif olarak kullanmalarını sağlayacak projelere önem veriyorum.

Sayısal tasarımın en heyecan verici göstergelerinden biri olan yeni melez meslekler, yeni uzmanlık alanları, beceri ve disiplinlerarası iş birliği yaratmaktadır. Günümüzde grafik tasarımcılar, bilgisayar teknolojilerinin ve sayısal sistemlerin sağladığı olanaklarla geçmişte olduğu gibi, tek başılarına çalışmayı tercih edebilirler. Diğer yandan başka tasarım alanlarından tasarımcılar, yazılımcılar, elekronik medya pazarlama uzmanları, mimarlar, mühendisler, müzisyenler ve hatta doktorlarla uyum içinde çalışacağı projelerde de yer alabilirler. Yeni çağın oyuncakları enerjisinin ve entellektüel doyumunun kaynağı başkalarına ait problemleri çözmek olan grafik tasarımcılara daha iyi fikir bulmak, daha stratejik düşünmek için zaman kazandırmıştır. Kendi adıma bu zamanı mümkün olduğunca birbirinden bağımsız alanlarda projeler üreterek değerlendirmeye ve yansımalarını öğrencilerimle paylaşabileceğim ders içeriklerine dönüştürmeye çalışarak değerlendiriyorum. Aktif bir internet kullanıcısı olduğumdan kendimi bir netdaş olarak niteliyorum. Bir netdaş olarak da internet kullanıcılarının haklarını, internetin hayatımıza getirdiği özgürlük ve demokrasi anlayışını savunmak gerektiğini düşünüyorum. İnternet sansürüne karşıyım bu da beni Sansüre Sansür aktivistlerinden biri yapıyor. Yaşadığım zamandan ve yaptığım işten çok memnunum. Mesleğimin benim için doğru bir “organ” olduğuna inanıyorum. Bu nedenle de dünyanın en iyi mesleğine sahip olduğumu düşünüyorum. Herkesin doğru organlara sahip olması dileklerimle yazımı çok sevdiğim bir alıntıyla sonlandırıyorum.

“Grafik Tasarım ölmüştür. Süper-hızlı çipli bilgisayarlar, gigabaytlarla aşırı yükleme ve fire-wire denen şeyler tarafından öldürülmüştür. Endişelenmeyin. Bugün artık önemli olan sonuçlandırmak, karakterleri düzenlemek ya da kadraj almak değil. Fikir, malikanenin lordu, kabilenin şefidir. Bir “grafik tasarımcı” bir film yapmak isteyebilir, bir mektup göndermek, hatta el çantası formunda bir lazer heykel  apmak isteyebilir. Peki, öyle olsun! Gerçek eğlence şimdi başlıyor…” Kessels Kramer Amsterdam.

Dr. Ebru Baranseli

Anadolu Üniversitesi

Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü; Öğr. Gör.

Anadolu Üniversitesi Televizyonu; Sanat Yönetmeni

Anadolu Üniversitesi Grafik Tasarım Ofisi; Yaratıcı Yönetmen

Süleyman Sönmez

Süleyman Sönmez Kimdir?

Bir insanın kendi hayatını anlatması narsizm ile nevrotizm arasında kolayca sıkışabilir.
Risklidir, tehlikelidir ama büyük işler başardığını düşünen bir tane tarihi kimlik var mıdır ki, sonraki nesillere kendisini anlatmamış olsun? 🙂

Henüz bu denli büyük işler başarmamış bir insanın burada ne işi var? İK sayfalarında ağırlanan insanlar bildiğiniz gibi CEOlar, büyük bütçeli işleri kotaran reklamcılar, online servislerle devrim yapan girişimciler, şarkıları milyonlarca indirilen şarkıcılar, resimleri milyon dolarlara satılan sanatçılar, uzaya turist gönderen işadamları.. Kısaca öksürdüğünde takipçilerinin telaşla dönüp bakacağı kişilerden oluşması gerekir.

Eh durum böyle olunca iki yol kalıyor bana. Ya yaptığım mütevazi işleri sakin sakin anlatıp her işe girip çıkmaya çalışmış karmaşık bir tabloyu önünüze  dökmeliyim ki (İK uzmanlarını bundan daha çok huzursuz eden bir tablo düşünemiyorum) ya da en çok bilindiğim öğeleri sunup diğer bölgeleri meraklılara bırakmalıyım.

Sanırım ikinci yöntem daha iyi. Evet daha iyi.

Bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldim. Tek başıma geçirdiğim bir kaç yılın krallık anıları ömrüm boyunca kendimi özel hissetmeme yetti de arttı bile. Sonra kardeşlerim doğdu ve herbirine ağabeylik yapmak ve onlarla müthiş maceralara / oyunlara / icatlara dalmak hayatıma bambaşka bir yön verdi.

Kitap okumaya başlayışım maceramdaki en anahtar rollerden birisidir. Bu macerayı şurada anlattım. http://www.gunesintamicinde.com/martin-mystere-yeniden/ (Evet inanılmaz ama link veriyorum. Bu basılı yazının alışık olmadığı bir tutum olsa da blog yazarları için olağandır)

Çocukluğumdan artakalan en çarpıcı anılar demeti, mezarlık, Mercimek Baba (http://www.gunesintamicinde.com/muhtesem-gunler/) , çılgın çocuklukluk arkadaşları ve kitap okumaktır. Tüm bunlar gizemci, mistik dünyaya ölüme ve yaşama farklı gözlerle bakmama yol açtı.

Kartal Mezarlığı’na her gün gömülen 1980 öncesi o acılı çağların gencecik insanlarını taşıyan tabutları da asla unutmadım. Kah o görüşten, kah bu görüşten gençler mezarlıklara gömüldüler. Bizse çocuktuk. Üzüntüyü anlıyor onların tabutlarını taşıyan ve kollarını havaya kaldırıp slogan atan öfkeyi anlamıyorduk. (Bazen sol eller kalkıyordu bazen sağ ama üzüntü hep aynıydı)

Onlar gidince sessizce mezarlığı dinliyor sonra gelen çelenklerin karanfillerinden  sapları çıkarıp uçlarına gazoz kapağı çakıp kendi ok ve yaylarımızı icat ediyorduk. Sanırım ölümü yeterince anlamıyorduk ya da artık kanıksamıştık.

Siyasetin ülkemde öldürürücü olabileceğini de ilk o zaman öğrendim. Öfkenin sebebi olabileceğini de. Oysa ben insanları seviyordum. Sevmek önce geliyordu.

Böylece öğrenmek için, sınıf dereceleri için çalıştım. Takdirname’yi bir puanla kaçırmak bazen tümden yıkım gibi geldi. Her zaman çok başarılıydım. Lise’ye kadar sürdü bu. Küçükyalı Kadir Has Lisesi’nde birincilik tutkumu terkettim. Yine iyiydim. Ama artık yazıyordum. Deliler gibi yazıyordum. Her gün bir bilimkurgu öykü fikri aklıma geliyordu. Cebimde kendi imalatım olan çok kalın bir minik deftere okunmaz el yazımla notlar alıyordum. Bugün için dahi çok ilginç konuları not aldığımı belirtmeliyim.

Sonra uzakdoğu felsefeleri ve meditasyonla tanıştım. Yıllar süren insan üzerine araştırmalarım böyle başladı. Deneyime ve bilgiye dayalı şekilde sürekli okudum. Neredeyse tüm inanış ve metodolojileri takip ettim. Bu üniversitede daha yoğunlaşacaktı.

Yıldız Teknik Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı benim için çok güzel zamanlar sundu. Gerek arkadaşlıkları, sosyal dünyayı, gerekse bilgisayarlarla tanışmamı sağladı. Programcılığı benimsedim. Sınıf 3. lüğü ile mezun olup Pamukbank Genel Müdürlükte staj yaptım Sonra bir yazılımevinde C dili ile Programcılık ve Sistem Analistliği üzerinde çalıştım.

Ama bir şeyler eksikti. İşletmelerdeki kavramları çözemiyordum. Bir şeyleri dinleyerek öğrenmem çok uzun sürecekti. Böylece sınava tekrar girdim. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne girdim.

İşletme Fakültesi benim için başlarda hiç kolay olmadı. Para, yönetim, Finansal kaynaklar, muhasabe, üretim, İnsan kaynakları, iş hukuku, yüksek matematik…

Sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Bir alanda yetkinken bir başka alanda sıfırdan başlamayı yaşıyordum. Böylece senelerce Avcılar kampüsüne gidip gelerek bu zorlu işi başardım.

Öğrenciliğim boyunca yetişkinlere bilgisayar teknolojileri üzerine ders verdim. Programlama gibi Microsoft Office Ailesi gibi konularda. Öyleki özel kurslardaki ilk Office öğretmenlerinden birisi oldum. Bu dönemde binlerce insana eğitim verdim.

Yetişkin eğitimi üzerine pek çok kuram geliştirmemi sağladı bu dönem. Bilgisayar eğitiminde yapılan hataları da tespit ediyor ve yenilikçi yaklaşımları araştırıyordum.

İşletme Fakültesi’nden mezun olunca sıkı bir eğitime alındım. Artık proje yöneticisi olarak çalışıyordum. Pazarlama, Satış, Telefonda Konuşma, Toplantı Teknikleri, Mülakat Teknikleri, Satış Sonrası Destek ve Teknik Ekibi Yönetme ile Proje Planlama, Bütçe Çalışmaları gibi başlıklarda aylarca gece gündüz eğitim aldım. Üstadım ve patronum Selçuk Bey’e bu konuda ne kadar teşekkür etsem azdır.

Bu çalışmalar beni mutlu etmedi. Üretmeyi, pazarlamaktan daha çok sevdiğimi anladım. Tamamen kişisel bir tercih olarak, programcılığa döndüm. Egebank A.Ş.de yazılımcı olarak çalıştım. Sonra askere gittim. Dönüşte keskin bir kriz beni bekliyordu. Kriz günlerinde bir türlü istediğim işleri bulamazken hayati bir karar verdim.

Birgün boyunca neleri yapamadığımı sorguladım. Ne eksiklerim vardı? Böylece her sabah işe gider gibi kalkıp en az on saat olmak üzere çalışmaya başladım. Web Tasarım yeni bir konuydu henüz herkes web tasarımcı olmamıştı 🙂 Süratle öğrendim. Photoshop ile uyudum ve uyandım. Kişisel sitemi açtıktan sonra artık hazırdım.

Bir süre sonra ise kariyer planımı bir daha düşündüm. Yöneticilik yapmıştım işletmeyi biliyordum ama tuhaf denecek şekilde sadece öğretirken doğru yerde olduğumu hissediyordum. Buna anlam veremiyordum. Bizim toplum “hiçbir şey olamazsan öğretmen ol” derken içimdeki ses olmam gerekenin öğretmenlik olduğunu söylüyordu. Bu sesle zaman zaman kavga etsem de -özellikle zor öğrencilerle çalışırken- genelde hep baskın ses oldu.

Böylece özel bir okulda 4. sınıftan Lise 2 ye kadar tüm sınıflarda ders ve kulüp çalışmalarında görev aldım. Okulun web sitesini tasarladım. Öğrenci Gelişim yazılımını programladım. ISO9001 iç denetimci eğitimi alarak sertifika almaya hak kazandım. Sistemi tamamen dijital ortama alarak bir Intranet kurdum. O zaman için büyük işti. Şimdi son derece alışık olduğumuz bir durum. Okul Sıfır hata ile ISO9001 belgesi almaya hak kazandı.

LEGO Robot Koçluğu da ufkumu açtı. Zor problemlere bir takımla yaklaşmak tasarımcı planlayıcı gibi görevlerde öğrencileri yetiştirmek ve onların yerine hiçbir şeyi yapmamak.

Öğretmenlik yıllarımda Webquest kavramının geleceğin eğitiminde en büyük rolü olacağını farkettim. Boğaziçi Üniversitesi ve Marmara Eğitim Kurumları’nın da içerisinde olduğu eğitim kurumlarında Geleceğin Eğitim Teknolojileri ve Öğretmen Eğitimleri üzerine konferans verdim.

İlerleyen teknolojik gelişmelerle insanlara hızla ulaşıp ülkeyi kültür, sanat ve teknoloji alanında ilerletmeye katkıda bulunmak amacıyla ilk yazın sitesi Mihrace.Net‘i (http://www.mihrace.net/) programladım ve tasarladım. Yazdığım makaleler dikkat çekince Ekinoks Kültür ve Sanat dergisi’nde 2004 yılı içinde ard arda yayınlanmaya başladı.

Geçen yıllar içinde blog kavramı ortaya çıktı. Microsoft MSN Spaces üzerinde açtığım Güneşin Tam İçinde sitesi ilk eğitsel amaçlı açtığım blog çalışması oldu. Bu dönemde 780.000 okuyucu kendi web sitelerini açmayı öğrendi.

Türk Internetine ve öğrencilerine daha iyi hizmet edebilmek ve yoğun soruları talepleri karşılayabilmek için WordPress’le Güneşin Tam İçinde sitesini tekrar ve gelişmiş bir arabirimle tasarladım. Gelen soruları ve talepleri uzun, detaylı makaleler halinde yazdım.

Sadece üç yıl içinde 3 milyon okuyucuya ulaşan blog sitesi Kültür ve Sanat alanında okuyucuların oylarıyla Türkiye’nin en iyi Kültür Sanat Blogu seçildi. (2008 Blog ödülleri)

2009 yılında ise Türkiye 2. liği ile yine kültür sanat dalındaki liderliğini devam ettirdi…

Eğitimci, bilgisayarcı kimliğimle fotoğraf alanına girdiğimde tasarım ve görsel kabiliyetlerimi geliştirmeyi hedeflemiştim. Fakat fotoğrafçılığı öğrenirken yazdığım makaleler kısa sürede 100 binden fazla kişinin okuduğu ve referans değeriyle Türkçe yazılmış fotoğrafçılık makaleleri arasında anılmaya başladı.

Nikon D80 fotoğraf makinesi ve ekipmanı ile az bilinen teknik metotları deneyerek, anlatarak, sanatı sürdürmeye çalışıyorum.

Anadolu topraklarında yüzlerce yıl önce yaşamış olan su robotları tasarımcısı Cizreli Ebu’l-iz için açtığım tanıtıcı site (http://www.ebuliz.com/), Rahmetli Sanat Güneşimiz Zeki Müren için kurduğum anma sitesi (http://www.zekimuren.net) ve 3boyutlu gözlüklerle izlenen 3dgözlük sitelerim (http://www.3dgozluk.com/)  toplumsal hizmete odaklanmış sitelerden bir kaçıdır.

Daha hikaye yeni başlamış gibi geliyor. Birinci perde kapanmak üzere.

Ama ikinci perdenin başlaması ile birlikte belki bu anlattıklarım tümden unutulup sadece o anılacak.

Bir yerde ben insanlar için Google’dan arayıp buldukları kelimeleri anlatan kişiyim. Neyi soruyorlarsa onu anlatan insanım.

Süleyman Sönmez

Engin Akıncı

Eğlence Ciddi İştir …

Müziğe ilgim lise çağımda başladı

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye bölümünü bitirdim. 1989 yılında uluslararası denetim ve danışmanlık şirketinde çalışmaya başladım. Finans piyasasını tanımamı sağlayan çok iyi bir iş olmasına rağmen benim yapmak istediğim iş değildi. Hayatımda başarmak istediğim başka hayaller olduğunu inanıyordum. Kanada’nın Manitoba eyaletindeki University of Winnipeg de bir yıl gösteri sanatları, iki yıl da radyo ve televizyon yayıncılığı eğitimi aldım.

Sony Müzik hayatımın fırsatıydı

1994 yılında Türkiye’ye dönerek o dönemde yeni kurulan TGRT’de dış haberler sorumlusu olarak çalışamaya başladım. Türkiye’yle ilgili haberler yaparak CNN’e haber gönderiyor, haftanın 6 günü çalışıyordum Geriye kalan tek izin günümde de Hür FM’de radyo programı yapıyordum. Askerliğimi bitirdikten sonra Cine5’te çalıştım bu sırada Sony Müzik’in pazarlama müdürü pozisyonuna başvurdum, dört görüşme sonunda işi aldım.

Latin müzik modasını başlattık

Sony Müzik’de hangi alanlarda büyük ticari fırsatlar var bunları belirledik, büyük albümler için ayrıntılı planlar hazırladık. 1998 yılından itibaren diğer müzik firmalarının fark etmediklerini yakalayarak, Türkiye’de Latin müzik furyasını başlattık. Yürüttüğümüz başarılı pazarlama stratejileri sayesinde Ricky Martin, Jennifer Lopez, Marc Anthony, Shakira, Gloria Estefan, Marc Anthony gibi sanatçıların albümleri Türkiye’de yok satmaya başladı. 1998 Türkiye güzellik yarışmasında Ricky Martin sahne aldığında rating rekoru kırdı, her iki televizyondan iki tanesi Ricky Martin’i izliyormuş bu da çok büyük bir başarı. Ricky Martin önemli Türk sanatçıların ulaşamayacağı satış rakamlarına ulaştı.

Sertab Erener’in Eurovision başarısı için 1.5 yıl çalıştık

Sertab Erener’in Eurovision hazırlığı için çalışmalarımız yaklaşık 1.5 yıl sürdü. Şuana kadar en keyif alarak yaptığım iş Sertab Erener’in Eurovision sürecini yürütmekti. Sonunda ulaştığımız birincilik benim için çok önemliydi, çünkü ortada 1.5 yıllık emeğimiz vardı. Sertab Erener’in albümü Amerika ve Japonya dahil 33 ülkede yayınlandı. Ricky Martin ve Shakira ile yakalanan tiraj başarısı çok keyifliydi. Şuanda da kurumsal, büyük ve çalışmayı seven şirketlerimize başarılı organizasyonlar düzenlemek çok büyük keyif veriyor. Çok profesyonel insanlarla keyifli işler yapabilmek ve alınan alkışlar beni çok mutlu ediyor. 1989 yılından beri çalışıyorum bir gün bile evden işe giderken sıkılmadım bence bu çok büyük avantaj.

Korsan müzik, müzik sektörünün hızını kesti

İnternetin yaygınlaşması beraber korsan müzik hız kazandı ve tüm dünyada müzik piyasasında satışlar ve karlar düşmeye başladı. Yurt dışında müzik şirketleri birbirleriyle birleşmeye başladılar. Sony- BMG birleşmesi sonucunda Sony’den ayrıldım. İstediğim gibi bir iş bulamayacağımı anlayınca 2006 yılında Zoom Kurumsal’ı kurdum, kurumsal iletişim, etkinlik yönetimi , eğlence ve içerik danışmanlığı yapmaya başladım. Mevcut ilişkilerimizi kullanarak yurtdışındaki birçok müzik, sanat ve dans topluluğunun Türkiye ajanslığını biz aldık. Önemli kurumsal müşterilerimizin özel geceleri, lansmanları, konferansları gibi organizasyonlara her türlü eğlence içeriğini çok önemli sanatçıları Türkiye’ye biz getiriyoruz. İş Sanat, Altın Portakal, Mercedes Benz’in 40. yılı, NTV televizyonunun 10.yılı  gibi organizasyonların sanatçılarını biz ayarladık, kısa zamanda başarı kazandık.

Eğlence sektörü ciddi bir iş

Eğlence deyince herkese bu iş çok basit geliyor. Oysaki çok iyi planlama, organizasyon, gerektiren ciddi bir iş. Dünyanın en çok tanınan önemli sanatçılarıyla çalışıyorsunuz, hepsi profesyonel. Global sanatçıların hem menajerleri hem de ajansları var, bizim işimiz menajerler ve ajanslarla bağlantıya geçmek. Türkiye’ye çağırdığınızda zaten tedirgin yaklaşıyorlar. Bizim işimizi iyi yapmamız sanatçılara güven veriyor Büyük sanatçıların ve toplulukların programları yaklaşık bir sene öncesinden belirleniyor. Bu sanatçıları veya toplulukları isteyip 15 gün sonra burada olmalarını beklemek hiç profesyonel değil.  Biz organizasyon kültürünü ve gerekenleri çalıştığımız insanlara anlatmaya çalışıyoruz. Türk sanatçılarla çalışmak global sanatçılara göre daha kolay. Türk sanatçılarla konser ayarlamak için menajerleriyle veya ajanslarıyla herkes görüşebilir, özel projeler istendiği zaman biz devreye giriyoruz.

Pixman aşkım

Yeni bir pazarlama ve reklam platformu olan Pixman’ın Türkiye’ye henüz gelmediğini gördüm, hemen devreye girerek Pixman’ı Türkiye’ye getirmeye karar verdim. Mayıs 2007’den beri Zoom Kurumsal dışında Pixman’la da müşterilerimize hizmet veriyoruz. Amacımız farklı olmak ve herkesi şaşırtmak. Pixman; reklamcılık ve pazarlama dünyasına bambaşka bir bakış açısı getiren teknolojinin insan faktörü ve yüzyüze etkileşimle harmanlandığı yepyeni bir mecra. Küçük bir sırt çantasına monte edilmiş bir bilgisayar sistemi, ses elde etmenizi sağlayan ses konsolları, özel imalat ve parlak Lcd ekranlar ve şarj bölümünden oluşan yepyeni bir multimedya diyebiliriz Pixman için. Marka elçileri diye tanımladığımız taşıyıcı arkadaşlarımız lansmanı yapılacak ürüne göre giydirildikten sonra, sistemi sırtına geçiriyor. Ekran tam olarak pixman’ların başının üstünde kalıyor. İstenilen tanıtım veya reklam bu sisteme yükleniyor, isteğe bağlı her türlü branding yapıldıktan sonra görüntü ekranda akmaya başlıyor. Örneğin; müşterinin isteğine göre Pixman’lere playstation veya nintendo gibi oyun konsollari baglanabiliyor ve hedef kitleye farklı advergaming aktiviteleri sunulabiliniyor. Ya da kablosuz internet bağlantısının olduğu bir yerde, Pixman bir bankanın gezgin internet şubesine dönüşebiliyor. Yaratıcılığa son derece açık çok farklı bir mecra. Reklamcılığın ve pazarlama iletişiminin geleceği Pixman’de yatıyor diyebiliriz.

Engin Akıncı

Cahit Akın

Benim bir kalemim var…

Babam işinin ustasıydı, 14-16 dedi mi avucunda olacaktı anahtar üç adımda, ben aslında ondan öğrendim kinetiği. Kırk yıl direksiyon salladı, motorun sesinden anlardı kaçıncı silindirin teklediğini, ben aslında ondan öğrendim dinamiği. Dağ tepe yaz kış demezdi, iki-üç metrekarelik şoför mahallinde bin kilometre boyunca yoldan ayırmazdı gözünü, ben aslında ondan öğrendim statiği. Çocukluğumu babama bağışladım, benim ilk ustam babamdı.

Yatılı okuldaki ilk gecemde, o zamanki Eğitim Enstitüsü’nün, şimdiki Başkent Öğretmenevi’nin camlarından aşağı atıyorlardı gencecik adamları. İlahiyat’ın önünde yedim ilk tokadı, farzların 32’ncisini hatırlamadım diye. Pol-Bir’li polis kafama indirince copunun demirini, Erdal Eren ile kardeş oldum Hacettepe Hastanesi’nde. Mamak Cezaevi’nde gördüklerim Diyarbakır Cezaevi’nde olanlardan sonra hiç kaldı. Ülkemin dört bir yanından kara tenli çocuklarla, içli anılarla, yürek dağlayan türkülerle yaşadım o yılları. Haksızlığa ve zulme direnmeyi o karayağız delikanlılardan öğrendim. MTA ve İller Bankası’ndaki stajlarımı saymazsak, hiç kimya teknisyenliği yapmadım, ODTÜ Kimya’ya da iyi ki gitmemişim diyorum şimdi.

Benden daha yüksek puanla sınavı kazanmış 76 kişi daha vardı sınıfımda. Kümeler ve lineer cebir ile ilk kez karşılaşıyordum. Her sabah 7.15’te buluşuyorduk sağdan ikinci ağacın altında. Artık aynı tadı alamıyorum Kadıköy-Karaköy vapurundan. Leyland’lar da tedavülde değil hem, Dolmabahçe’de boynuzu düşmüyor hiçbir otobüsün. Kompresörden pompaya, klimadan motora, türbinden kazana, aklınıza ne geliyorsa hepsinin hesabını çizimini öğrendim. Vasat bir dereceyle bitirdim lisansı. Kılı kırk yararak tasarlamayı öğrenmişken ben okulda kompresörü, İkitelli’deki fabrikada Japon yapıştırıcıyla geçiriyorlardı krank miline rulmanı. İkinci haftada kalite kontrol şefi olmuştum, ikinci ayda imalat müdürlüğünü reddetmiştim, dördüncü ayda istifa ettim.

Cağaloğlu’ndaki o tenha odada birkaç ay Britannica Bilim Ansiklopedisi çevirdikten sonra asistanlık sınavında çeviriden tam puan aldım, kürsü başkanı hangi özel okuldan mezun olduğumu sordu. TÜBİTAK destekli araştırma projesini tek başıma sırtlandım, hesabını da çizimini de imalini de montajını da işletmesini de raporlamasını da kendi başıma yaptım. Yüksek lisans tezimi Los Angeles’ta anlatmak için gerekli parayı bin bir dereden topladım. 8088 ile başladığım doktora tezimi 486DX4-100 ile tamamladım. Fortran IV’ü kart delme makinelerinde öğrenmiştim ama FTN77 ile kodladığım üç boyutlu simülasyonu seyretmekten zevk duyardı arkadaşlarım. Dört fakülteden asistan gelmişti gönüllü verdiğim C dersine. Konformist hocalarım yerimde oturmamı ve sınav kâğıdı okumamı istedikçe, ben kütüphaneye ve bilgisayar odasına zincirledim kendimi. Sözüm ona projeler kapsamında alınmış ama profesör odalarına kilitlenmiş bilgisayarların hesabını sordum fakülte toplantılarında. Araştırma için gerekli kitabı parayı aleti edavatı bulmak için kapı kapı dolandım. Danışmanımdan ve kürsü başkanımdan şikâyet etmemeyi, sorunları kendi başıma çözmeyi, kendi başıma ustalaşmayı öğrendim.

Mesleğinin onurunu sorgulayan, araştırmanın tadını çıkartan idealist bir adamdım. Makine Mühendisleri Odası’nın İstanbul’daki şubesine gönül vermiştim. Yayın ve Eğitim Komisyonu’nun neredeyse değişmez üyesiydim, başkanlığını da yaptım. Devrimci Demokratlar kaybetmesin diye yönetimi, olanca heyecanım ve gücümle çalışıyordum mesai sonrasında, hafta sonlarında. Eleştirmeyi hep sevdim, bildiklerimi anlatmayı, yanlışları işaret etmeyi, çözüm önermeyi. Sorgusuz sualsiz itaat etmeyi hiç öğrenemedim, belki genlerimde yoktu bu yeti, belki kültürel tarihimi inşa eden ortak bellek izin vermiyordu bana. Üyesi olduğum yönetim kurulunun kestirmeden aldığı bir kararı komisyonda tartışınca, yönetim toplantılarına katılmamam istendi. Genel kurul toplantısında yaptığım o muhteşem konuşmayla seçilmiştim yönetime. Şimdi yine genel kurul toplanacaktı ve söz dağarcığım tehlikeliydi artık. Seçim yine kritikti, ben konuşmasam, hatta gelmesem genel kurula, ne iyi olurdu! Gönül bağı denen zehrin çıkması uzun sürüyordu bünyeden. Gitmedim!

Faşizm ile yönetiliyordu ülkem. Dünyadan başka sesler duymak için kısa dalgada 26 MHz’e kadar dolandım gecelerce. 40KB hafızalı Amstrad CPC464’te yazdığım ısı kaybı hesabı programıyla 1 günde yaptığım iş karşılığında 20 bin lira para verdi bir mimar bana. Sadece COBOL ve Pascal’ı değil, C’yi de o makinede öğrendim. Vezneciler’deki fotokopici sonradan yayıncı oldu, ama ben o lacivert ciltli kitaplardan çok şey öğrendim bilgisayar hakkında. Çoluk çocuğumu geçindirmek için 50 kilometre yol teper, bacak kadar dâhilere bilgisayar öğretirdim. Marmara Üniversitesi Vakfı’nda karşılaştım ilk kez Mac’lerle. 9 yaşından 59 yaşına kadar talebelerim oldu, kimi ev kadını, kimi holding yöneticisi, kimi sekreter, kimi polisti. Herhâlde vardır sektörde hayırduasını aldığım üç-beş kişi. Zor dersleri hep bana verirlerdi suyun başındakiler, bana nasıl iyilik ettiklerini çok sonra fark ettiler. Öğretmeyi hep sevdim, alnımın teriyle kazanıp geçindirmeyi de. Bir sabah aniden istifa ettim üniversiteden.

Öğrencilerime tavsiye edecek kitaplar arıyordum Kadıköy’de. İşimi gücümü merak eden kitapçı bilgisayar kitabı yazmamı teklif ettiğinde çok şaşırdım. Yazdığım üç kitap da çok satınca, devrin çok satan bilgisayar kitaplarını basan başka bir yayıncı kendisi için yazmamı istedi. Bir ay sonra da yayınevinin bilgisayar dizisinin editörüydüm. Onlar bana geleneksel yayıncılığı, ben onlara masaüstü yayıncılığı öğrettim. Byte dergisinde bazı aylarda üç yazım çıkardı, bir sürü de kitapçık hazırlamıştım okurlarına. Sokaktaki, evdeki adamları, kadınları düşündüm yazarken hep. Bilgi ancak hayatın içinde somutlaştıkça anlamlıydı benim için. Word’ü anlatmaya mesela, yazılacak kâğıdı seçmekten başladım bu yüzden, sonra kalemin ucunun sol üst köşeden ne kadar içeriye koyulacağını saptamaktan. Cep telefonları çok yeni idi, GSM ne idi, kimseler bilmez idi, araştırıp yazdım bir telekomünikasyon dergisine, “Ben hiç anlamam GSM’den…” diye başladım yazıya, Telsim teşekkür etti e-postayla.

Dev bir makine kurmuştum zihnimde, bütün şablonlar, bütün makrolar hazırdı elimin altında. Klavyede gezindikçe iki parmağım ışık hızıyla, kitap denen o müthiş mucize 21 inçlik monitörde anbean gerçekleşiyordu gözümün önünde. Ardı ardına yazdım kitapları, okurlar bile şaşırıyordu hızıma. Yurt dışında ne kadar yayınevi varsa aradım taradım, ne kadar iyi kitap varsa çevirttim, okudum, düzelttim, yayımladım. Gencecik adamlar vardı bilgisayar âleminde, harıl harıl okuyup çalışıyorlardı, ellerine kalem tutuşturdum zorla, adlarını kocaman yazdım kitaplarının üstüne. Herkes bizim kitaplardan söz ediyordu, depodan koli koli kitap gidiyordu her gün. İçeride bir küçük masa, dışarıda koca koca raflar, içeride iki küçük el, dışarıda dev bir okur kitlesi, kalbimde hiç sönmeyen bir heyecan, zihnimde hiç dolmayan bir kuyu, bir küçük dev adam misali, akıyordum hayatın damarlarına.

Kelimeleri hep çok sevdim. Metalik kornişlerden evler yapan küçücük bir çocuktum bir zamanlar, keşfettikten sonra kelimeleri, o çocuk bir daha hiç vazgeçmedi kelimelerle uzak ülkeler inşa etmekten kendine. Eylemin içinde ustalaşan bir çırak, şimdi kuramın ardında arıyordu hakikatin izlerini. Türkü ve marş sesleriyle büyüyen bir kalp, şimdi şiirin ve romanın dehlizlerinde arıyordu aşkın ve kavganın kalbini. Tarih vardı, felsefe vardı, siyaset vardı, antropoloji, sosyoloji, mitoloji, psikoloji vardı, insan vardı. İnsan, okudukça vardı. Okunacak çok kitap, bilinecek çok gerçek vardı. Kelimelerin kalbinde kalbin kelimeleri vardı!

Seksenli yılların ortasıydı. Sarı röntgen kâğıtlarını zarf büyüklüğünde kesip, çini mürekkeple yazmıştım şiirlerimi her birine. Babıâli yokuşunda Varlık’ın kapısının ardında Kemal Özer oturuyordu, gözlüklerinin ardından bakıyordu bana. Beş hafta sonra okudu, iki ay sonra tam sayfa ayırdı şiirlerime. Sonra sustum. İnternetin duvarlarına asılı o şiirler artık. Bir sabah nasıl istifa ettiysem üniversiteden, öyle istifa ettim yayınevinden de bir sabah. Bilkent’te Türk edebiyatı okuyacaktım! Doğrudan doktora programına kabul ettiler beni. Hayatımın belki de en verimli iki yılını geçirdim orada. Hiç durmadan okudum, hiç durmadan yazdım. Talat Sait Halman, Hilmi Yavuz, Orhan Tekelioğlu, Mehmet Kalpaklı, hocalarım oldular. Kıyasıya eleştirdim, doyasıya okudum, bitesiye yazdım. Yaşar Kemal’in gözlerinin içine baktım, İnce Memed’in neden devrimci olamayacağını anlattım. Kurtuluş Savaşı Destanı’nı inceleyince, Nâzım Hikmet’in dünyanın en has şairlerinden biri olduğunu anladım. Romanların Türkiye’nin ideolojik tarihini, zihinsel haritasını siyasi tarih kitaplarından çok daha iyi anlattığını gördüm. Yazdıklarımın bazılarını yayımladım, birçoğu hâlâ çekmecemde saklı.

Yayınevine başka bir adam olarak döndüm. Kitap üretimindeki birikimimi entelektüel birikimimle harmanlayıp yöneticilik yapmaya başladım. Akla gelebilecek her konuda kitap yayımladım. Alfa’yı, Everest’i yönettim. Adı sanı duyulmamışlardan anlı şanlılara kadar birçok yazar tanıdım, huylarını sularını keşfettim, yazarlık egosuyla yazı namusu arasındaki ince çizgide uzun uzun sohbet ettim. Dünya görüşümle uyuşmayan kitaplar da yayımladım, uyuşup da yayımlamadıklarım da oldu. İdeolojik kamplaşmanın yayın sektöründeki köreltici bağnazlığına karşı çıktım, bu ülkenin namuslu kalemleri birbiriyle hâlleşsin, hemhâl olsun istedim. Kapı Yayınları’nı bunun için kurdum, gruba yeni bir marka olarak dâhil ettim, ticari kaygıların onulmaz hastalıklarına maruz kalmaması için var gücümle mücadele ettim.

Yenildim! Kardeş bildiğim, dost bildiğim, gecemi gündüzümü, aşımı ekmeğimi bölüştüğüm, saçımı sakalımı ağarttığım insanlarla yolumu ayırdım. Onları kendi bildikleri yolda yalnız bıraktım, kendimi kendi bildiğim yolda yalnız bıraktım. Aylarca evden çıkmadım. Aylarca işsiz kaldım. Adımı duyunca beni tanıyan insanlara iş için mektup yazdım, cevap alamadım. Cevap aldıklarımın bazılarına “ağır” geldim, bazılarıyla uzun iş görüşmelerim sonuçsuz kaldı. Birine birkaç ay danışmanlık yaptım, hayatımda bu kadar iş bilmez bir adam görmediğimi anladım.

Sonra dedim ki Selim ustaya, “Varsa bir hükmü bütün bu sergüzeştin, görelim bir de senin tezgâhında marifetini. Sen ustam ol, ben çırağın.” Aklıselim adamdır, sağ olsun, her dem var olsun! Benim bir kalemim var, iyi bir kalem, has bir kalem. İşte o kalem, şimdi reklam yazıyor, reklam okuyor, reklam çözüyor, reklam yapıyor. Varsın, bir yol da böyle yaşasın!

Kıssası da hissesi de içinde kalsın bu maceranın.

Cahit Akın

Kalemzede https://kalemzede2.wordpress.com/

Cahit Akın http://cahit-akin.blogspot.com/

Müge Çerman

Tekno Teyze’liğe Uzanan Yıllar

Sevgili İpek bana,  “iş hayatınızın seyrini, neler yaşadığınızı, neler yaptığınızı  anlatan bir yazı yazın” dediğinde itiraf edeyim ki paniğe kapıldım. Özgeçmişimden korkup bana iş vermeyenleri de düşününce yazıyı epey zaman savsakladım, taa ki geçtiğimiz günlerde sevgili Özgür Uçkan hocamın yazısını görene kadar. İşte dedim evet, ne güzel özetlemiş “Bu yazıda söylediği şeyi yapmaya çalışacağım. Zor olacak. Yazı da biraz “eklektik” duracak, tıpkı benim meslek hayatım gibi…”

Benim yazım da tıpkı meslek hayatım gibi karman çorman, oradan oraya zıplayan bir yazı olacak. Yaşarken benim aldığım keyfi, okurken sizlerin de alabilmenizi dilerim.

Yıllarca, ben de ne iş yaptığımı anlatmakta çok zorlandım. “Reklamcıyım” dediğimde “tabelacıda mı çalışıyorsun, kartvizit de bastırır mısın, televizyona mı çıkıyorsun” gibi veciz sorularla karşılaştım uzun süre. Önceleri epey kızıyordum, bu kadar zor mu anlamaları diye, sonra bir gün, azıcık dışarıdan bakmayı denedim. Haklıydı insanlar, Reklam Sektörüne yetki veren ve onaylayan kurumdaki amcalar öyle çok işi aynı çuvala sokup değerlendiriyorlardı ki, bu işleri yapan herkes de kendine “reklamcı” demeyi hak sayıyordu. Öyle ya kuruluşunu onaylayan kurum ona reklamcı demişti işte.

Reklam sektörüne girmem tamamen bir rastlantıyla oldu aslında. Liseyi bitirip de, ilk üniversite sınavı macerası fos çıkınca, boş kalmayayım diye ne kadar kurs varsa annem tarafından zorla gönderilmekten bıkmıştım ( ki hepsi hayatımın değişik evrelerinde çok da işime yaradılar, bu da ayrı bir yazı konusu olur). İkinci yıl çalışıp çabalayıp, aslanlar gibi sınava girip, sonra da sonuçları beklerken, heyecanımla ve öfürdenmelerimle herkese sıkıntı vermeye başlayınca, babamın “bence bir işe girip çalışmalısın” lafına, rahmetli küçük eniştemin ” sevdiğim bir arkadaşım kendine yardımcı arıyordu” cümlesiyle  cevap vermesi sonucu Reklam Moran’da iş görüşmesine gitmem kararlaştırıldı aile meclisinde. İyi ki de başlamışım; hayatımın seyrini değiştiren, nelerden hoşlandığımı keşfetmemi , yeteneklerimi geliştirmemi, kişiliğimin sivri yanlarını törpülememi sağlayan bir dünyaya merhaba demiştim Moran’da. Orası benim mesleki anlamda ilk okulumdur. Tabii daha sonra üniversiteyi kazandığımı öğrenince hafif bir tereddüt yaşayıp, kısa sürede gece eğitimine karar  verdim ve işimde iyi olmaya çabaladım. Gündüz işe gidip, geceleri de 75-80 arası yaşanan sağ-sol kavgasında can vermeden eğitim almaya çalışıyordum.

Aynı anda birçok işi yapabilen, öğrenmeye meraklı, insan ilişkileri güçlü ve adam çalıştırmayı başaran biri olmam, kısa süre sonra beni prodüksyon bölümüne yardımcı olarak transfer etmelerini sağlamıştı. O kadar mutluydum ki, çalışma saatlerimin absürdlüğü bile gözüme şirin gözüküyordu. O zamanlar 35 mm. sinema filmi gibi çekilirdi reklamlar. Zamana karşı yarışmak kelimesi daha da anlamlıydı. Gerçekten çok emek harcanırdı her işe. Kullanılan her malzeme de çok kıymetliydi. Şimdiki gibi “çekelim bakalım, güzel değilse atarız dijital nasıl olsa” lüksü yoktu tabii.

Türk sinemasının ilk yönetmenlerinden rahmetli Aydın Arakon’a bağlı çalıştım o bölümde, tanıdığım en zarif en beyefendi adamdı Aydın Bey. Bana işin teknik yönlerini sabırla anlatırdı. Hiperaktivitem ve dikkat eksikliğim nedeniyle çuvalladığım zamanlarda gülümser ” koşmayın Müge Hanım daha çok yolunuz var nefesinizi saklayın” derdi, ne kadar haklıymış. İki  yıl kadar, 30 un üzerinde reklam filmi ve yüzlerce basın ilanının arka planında görev aldıktan sonra, yöneticilerim beni daha verimli olacağım ve ilerleyeceğim bir göreve Medya Planlama ve Satın Alma görevine yardımcı olarak atadılar. Yine müthiş bir heves ve merakla giriştim işe. Prodüksiyon kökenli olmam zamanlama konusunda hayatlarını kolaylaştırıyordu. İki senede her seviyeden yüzlerce insanla bağlantı kurmuş olmamın verdiği rahatlıkla, basındaki reklam yetkilileri, sinemacılar ve radyocularla kısa sürede çok keyifli dostluklar kurmuştum. Rahmetli ustam Rasin Yenen’i de burada saygıyla anmak isterim. Bildiği her şeyi keyifle aktaran, zaman zaman huysuz, zaman zaman matrak, ama hep babacan bir müdür oldu bana, nur içinde yatsın. İki yıl sonra bir gün yapılan bir davranışa kızarak, ani bir kararla istifa ettim. Yıllar sonra geriye baktığımda bunun çocukça bir davranış olduğunu görebiliyorum, ama iyi ki yapmışım, yoksa bir sonraki işim olan Philips Maliyet Muhasebesi memurluğu görevime geçemeyecek ve bana göre herkesin özgeçmişinde mutlaka yer alması gereken Finans deneyiminden mahrum kalacaktım.

5 yıla yakın süre çalıştığım Philips maceramda da, hayatıma yön verecek pek çok şey öğrendim. Rakamların sıkıcı değil çok da eğlenceli olabildiklerini keşfettim. Planlanan ve gerçekleşenler arasında uçurum olursa bunun sonucunun kaçınılmaz başarısızlık olduğunu, o nedenle gerçekleşmeyecek hayaller yerine, erişilebilir hedeflerle ufak ufak ilerlemenin bana daha iyi geldiğini öğrendim. Ve tabii en önemlisi teknolojiye olan tutkumu keşfettim.Televizyon ve radyo bantlarında ürün zamanlama kontrolleri yaparken o zamanlar yeni başlayan renkli televizyon ve mekanikten dijitale geçiş beni pek heyecanlandırıyordu. İlk bilgisayar maceram MMS34 denen sistemle tanışmamla yine Philips de başladı. Bir monitörün içinde koyu renk ekranda akan yeşil yazılara bayılmıştım. Tabii ona rakamsal veriler girip tablo yapmak excelde çalışmak gibi değildi. Şimdilerde yaşıtlarımın çoğunun köşeye çekilip örgü örmesine rağmen, benim “Tekno Teyze” ünvanımla öğünüyor olmamı da, sanırım hep o yıllara borçluyum. Oğlumun doğumu ve onunla keyifle vakit geçirmek isteğiyle ayrıldım Philips’ten. Tabii allahın umdurmadığını peygamber sopayla kovaladı, eşimin birlikte çalıştığı kişi iflas etti, o işsiz kalınca ben tekrar iş hayatına dönmek zorunda kaldım. Bu kez seçimimi, yine mutlu olarak çalışacağıma inandığım reklamcılık yönünde yapmıştım.

Benim zamanımda, okullarda öğrencileri yeteneklerine göre yönlendirecek rehber öğretmenler, kariyer koçları, özel dershaneler vs. yoktu. Birçok kişi el yordamıyla çizdi kariyer planını. Ben şanslıydım, gerçekten sevdiğim ve bana çok şey öğreten, hayatımı dolu dolu yaşatan işyerlerinde çalıştım. Çok keyifli insanlarla tanışma ve yanyana çalışma şansı buldum.

Öğrendiklerimi başkalarıyla paylaştım, eğitmem üzere yanıma verilen herkese ayak işi yaptırmak yerine deneyimlerimi paylaştım, önerilerde bulundum. Bir işi bir kişi yapıyorsa herkesin yapabileceğine inanırım. Paylaşımcı olmanın zararını görmedim, sizler de görmezsiniz, hem bilgi paylaşıldıkça çoğalan birşey.

Hep yüreğimin sesini dinledim, eğlenemediğim, mutlu olamadığım, yeni birşeyler öğrenemediğim ve kendimi geliştiremediğim işten en kısa sürede ayrıldım. Hani eskiler der ya “gönülsüz ava giden köpek eli boş dönermiş”  mutsuz çalışan da, işyerine sıkıntıdan ve sorundan başka bir şey veremez. Bulduğum her fırsatta kendimi geliştirdim, yenilikleri takip ettim. Sektörümde hep kendimden yarı yaş küçük gençlerle çalıştığım için, onlarla aynı dili konuşabilmem gerekiyordu. Biraz da bu nedenle teknolojiye sıkı sıkıya sarıldım, o benim geleceğe koşabilme biletimdi.

Sizlere önerim; kendinizi iyi tartın, yeteneklerinizi iyice gözden geçirin, sizi tanıyanlardan mutlaka öğüt ve öneriler alın, iyice düşünün hem seçeceğiniz okulu, hem de yapacağınız işi planlayın. Anlamsız sınavların sizi yapmak istediklerinizden uzaklaştırmasına izin vermeyin. Ve tabii arada da kaderci olmayı deneyin, bazen birşeyleri zorlamamak ve hayatı akışına bırakmak da iyi gelebilir ruhunuza.

Yolunuz ve bahtınız açık olsun.

Müge Çerman

http://friendfeed.com/mugecerman
http://twitter.com/MugeCerman
http://linkedin.com/in/mugecerman

Dr. Özgür Uçkan

Kaç koltuk? Kaç karpuz?

İpek Aral Kişioğlu, kısa zamanda önemli bir boşluğu doldurmaya başlayan İK blogunun konuk yazarlar kategorisinde mesleğim hakkında yazı yazmak için beni davet ettiğinde, “iyi ama hangi mesleğimi yazacağım” diye ayak diremiştim. O da, sağolsun, “Ben eğitim süreciniz ile gelişen bu geniş yelpazeyi nasıl oluşturduğunuzu, sizi motive eden, yönlendiren etmenleri ve hedeflerinizi yazmanızı çok isterdim” diyerek direncimi kırdı. Bu yazıda söylediği şeyi yapmaya çalışacağım. Zor olacak. Yazı da biraz “eklektik” duracak, tıpkı benim meslek hayatım gibi…

Eşim hep şikayet eder: “kocan ne iş yapıyor” sorusuna kısa yoldan cevap bulamadığı için… Haksız sayılmaz. Şimdi, dışardan bakınca akademisyen gibi görünüyorum. Akademik bir ünvanım var, bir üniversitede ders veriyorum. “Adamın mesleği bu işte, akademisyen”, derseniz pek doğru olmaz. Çünkü dışardan ders veriyorum, yaptığım tek iş bu değil, üstelik de ilk bakışta birbiriyle ilgisi kolay kurulamayacak konularda ders veriyorum. Üniversitenin Kültür Yönetimi bölümüne bağlıyım, verdiğim derslerden biri kültür ekonomisi ve network etkisi hakkında. Verdiğim bir başka ders, bilgi ekonomisi, ağ ekonomisi ve network kültürünü birbirine bağlıyor. Bir başka dersim ise elektronik enformasyon tasarımı ve yönetimi konusunda. Bir diğeri ise kişisel verilerin korunması ve mahremiyet ile ilgili hukuksal bir çerçevede yer alıyor. Belki bütün bunlar arasında belli bir ilişki kurulabilir. “Network” hepsinin bir şekilde ortak noktasını oluşturuyor. Ama yine de pek alışıldık bir durum olmadığını kabul edin.

Gelelim diğer işlerime: Şirketlere ve kuruluşlara kurumsal iletişim danışmanlığı veriyorum. Bazen bu danışmanlık iletişimin hafifçe dışına taşıp iş geliştirme ve inovasyon stratejilerine de uzanabiliyor. Bazı bilişim sivil toplum kuruluşlarına (TBV, TÜBİDER, TBD) bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi politikaları ile ilgili danışmanlık veriyorum. Bu danışmanlık özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerinin ülke kalkınmasındaki rolü ile ilgili olarak oluşturulması gereken ulusal politika ve stratejilerle ilgili. İhracatçı birliklerinin çatı örgütü Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin bilgi ekonomisi danışmanıyım. Bu işim, ihracat odaklı büyümede bilgi ekonomisinin, özelikle Ar-Ge ve inovasyonun rolü odaklı ve ihracatçı KOBİ’lerin bilgi ekonomisi paradigmalarına uyumlaştırılmaları ile ilgili çalışmaları kapsıyor. Yaklaşık bir yıldır da oldukça kapsamlı bir işin içindeyim: Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın açmış olduğu ihale sonucunda “Bilişim Vadisi Projesi”’nin fizibilite çalışmalarını yürüten ekibin bir parçasıyım. Projenin iletişim stratejisinden sorumluyum, ama yürüttüğüm çalışmalar bunu biraz aşıyor: teknoparklar, bilim ve teknoloji  parkları, inovasyon merkezleri gibi oluşumların son yıllarda yaşadığı gelişmeleri ve bu konulardaki trendleri inceliyorum, ki buna uygun bir iletişim stratejisi kurgulayabileyim. Bu da bilgi ve iletişim teknolojilerinin yanı sıra, biyoteknolojiden nanoteknolojiye, çevre ve enerji teknolojilerinden gıda ve sağlık teknolojilerine geniş bir ileri teknolojiler alanının gelişme dinamiklerini araştırmamı gerektiriyor. Haftalık bilgi teknolojileri dergisi BThaber’de köşe yazmamı “iş” olarak nitelemem doğru olmaz (http://www.bthaber.com.tr).  Bu, konuyla ilgili faaliyetlerimin bir parçası olarak bilgi paylaşımı gereği zaten.

Sosyal ağların müdavimleri, özellikle de Friendfeed kullanıcıları ve bloglarımı takip edenler bilirler, “net vatandaşlığı”, internet üzerinde fikir ve iletişim özgürlüğünün ve mahremiyet hakkının korunması, internet ve bilişim hukuku, bu alanlarda sivil aktivizm konularıyla da yakından ilgiliyim. Şu sıralar kurucularından olduğum netdaş hareketinin (http://www.netdas.org) ivmelenmesi için ciddi bir çalışma içindeyiz. Ayrıca Korsan Partisi hareketinin kuruluşuna da destek vermeye çalışıyorum (http://www.korsanpartisi.org).  İnternet sansürü ve bağlantılı konularda sürekli yazıp çiziyorum ve bu aktivizm alanında on yıldan fazla süren bir faaliyetim var. Bu bağlamda kendimi bir tür “dijital aktivist” olarak tanımlayabilirim.

Faaliyette bulunduğum bir başka alan ise sanat. Özellikle plastik sanatlar ve performans sanatları hakkında yazıyorum. Takip ettiğim sanatçılar var. Bu konuda bir miktar yayınım mevcut. Yazmak dışında, katıldığım veya organize ettiğim etkinlikler de bulunuyor. İnsanlara sanata olan ilgim “hobi” gibi geliyor, ama ben bunu duyduğumda şiddetle karşı çıkıyorum. Bu konuyu fazlasıyla ciddiye alıyorum. Önemsediğim ve gerçekleştirmeye uğraştığım projelerim var. Bu da benim için bir “iş” kısacası.

Bir kaç yıl önce, artık yetişemediğim ve beni fazlasıyla yorduğu için bıraktığım bir işim de vardı: “etkinlik yönetimi” (event management). Bu alanda halen faaliyette bulunan az sayıda şirketten birinin kurucu ortağı idim, ama şirketi devredip bu sektörden ayrıldım. Yaklaşık onbeş yıl reklam sektöründe, sonra da etkinlik tasarımı ve yönetimi işinde çalıştım. Yukarda saydığım işlerimin bir kısmının yanı sıra yani. Bu işin o işlerden daha fazla kazandırdığını itiraf etmem gerek. Ama daha yorucu olduğu da aynı ölçüde doğru. Dolayısıyla işin ağır tarafını bıraktım ve sadece kurumsal iletişim danışmanlığı kısmını korudum.

Şimdi, bütün bunları niçin yazdım? Övünmek, “bakın ben ne çok yönlü bir kişiyim” demek için mi? Bakın, öyle algılarsanız çok üzülürüm! Bunları yazdım, çünkü “ne iş yapıyorsun” sorusuna ancak böyle doğru bir karşılık verebilirim.  Ama merak etmeyin, bu soruyla karşılaştığım zaman, eşim gibi yapıyorum, yani bu işlerden bir ya da birkaçını duruma göre seçip soruyu kısaca geçiştiriyorum. Karşımdakinin rahatını düşünüyorum.

Aslında bütün bunları yazmamın nedeni bu blogun amacına hizmet etmekti. 21. yüzyılda işin ve istihdamın doğasının nereye doğru gittiği hakkında kişisel bir örnek vermek istedim. Çünkü işler hem hızla çeşitleniyor hem de birbirine geçiyor, “yakınsıyor”. Eskiden akademisyenlerin kullandığı “disiplinlerarası” kavramı bugün insan kaynaklarının has kavramlarından biri haline geldi.

İnanın, sanat ve siyaset dışında, yaptığım bu işlerden hiçbirini planlı programlı bir şekilde bir kariyer olarak ben seçmedim. Bu sonuç, “şeylerin hali”… Kendiliğinden oldu bütün bunlar. Ya da buna Stephan Mallarmé’nin ünlü nitelemesiyle “nesnel tesadüf” diyebilirim.

Eh, artık kısaca toparlayayım: Hayatım işte böyle çeşitlendi, çünkü önce felsefe okudum. Felsefeyi bitirdikten sonra, master’ımı yaparken “oyun teorisi” ile ilgilenmeye başladım. Master’ımın asıl konusu sanat ve siyaset ilişkisi ile ilgiliydi. Ama oyun teorisi beni ekonomi ve uluslararası ilişkilere götürdü. Bu disiplinler de tarih olmadan ayakta duramıyordu. Ben de doktoramı disiplinlerarası bir alanda yaptım. Bilim, teknoloji, özellikle de bilgi ve iletişim teknolojileri oldum olası ilgimi çekerdi (Bunda rahmetli babamın da ciddi payı var). Ben de disiplinlerarası bakışımı özellikle bilim-teknoloji ve iletişim alanına odaklamayı seçtim. (Bu arada sanat ve siyaset varlığını korudu.) Bütün bunları yaparken tek bir şeyin bilincindeydim: eğitimimi üniversitede kariyer yapmak için sürdürmüyordum (nitekim aynı süre içinde çalışıyordum, müzik prodüktörlüğü, konser organizatörlüğü gibi eğlenceli işlerim oldu). Nitekim doktoramı bitirdikten sonra uzun süre üniversitelerle (özellikle de devlet üniversiteleriyle) ilişki kurmamak için direndim. Bugün de ders vermeye başka bir gözle bakıyorum. Ders vermek en az öğrencilerim kadar beni de besliyor. Kişisel bir özelliğim mi bozukluğum mu desem, bir durumum var: hareket etmeden duramıyorum. Sürekli yeni bir şeylerle ilgilenmek zorunda hissediyorum kendimi. Daha önce öğrendiklerimden biriktirdiklerimi (yani deneyim sonucu bilgiye dönüşmüş enformasyonu) ise “kullanıyorum”. Yani kendimi bir tür “bilgi işçisi” olarak tanımlayabilirim.

“Hedeflerim” mi? Bir çok hedefim var. Yukarda saydığım alanların her birinde ürün vermeyi sürdürmek en önemli hedefim. Yaşlandıkça, belki, o da belki, bu alanların sayısını bir miktar azaltabilirim. Ya da hiç aklımda olmayan bambaşka bir işi yapmaya da başlayabilirim (aslında aklımda gourmet yazar, müze küratörü, balıkçı gibi bir kaç alternatif de yok değil hani!). Bilmiyorum. İşin bu kısmını nesnel tesadüflere bırakacağım…

Ee, gençler bütün bunlardan ne öğrenebilir? Mesela on yıl sonra büyük olasılıkla hiç akıllarına gelmeyecek bir işi yapıyor olacakları fikrine alışabilirler. Hatta bu iş muhtemelen şu anda var bile olmayabilir. Giderek hızlanan ve “ağ etkisi” ile birbirine bağlanan bu karmaşık dünyada kazanacakları en önemli yeteneklerin bilgiyle ilgili olacağını da öğrenebilirler. Yani bilgiyi edinme, işleme, diğer bilgilerle ilişkiye sokma, güncelleme, bilgi süreçlerine hakim olma, ama herşeyden önce bilgiyi paylaşarak katma değerini artırma yeteneklerinden söz ediyorum. Bu yeteneğin geliştirilmesi (ki bu öğrenilebilir ve geliştirilebilir bir yetenektir), hemen her koşula şimdiden hazır olmayı sağlar.

Elbette, bir de kendinize yakışanı bulmanız gerekiyor. Bunun için de önce kendinizi bulmanız ve sürekli aşmanız gerek. (Tabii bu arada kendinize yakışanı giymeyi de ihmal etmeyin!)

İnsan aynı anda birçok iş yapabilir, hepsini gayet iyi de yapabilir. Kendinizi asla azımsamayın.

Dr. Özgür Uçkan

İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültür Yönetimi Bölümü

Türkiye İhracatçılar Meclisi  Bilgi Ekonomisi Danışmanı

Türkiye Bilişim Vakfı Bilgi Politikaları Danışmanı

http://www.ozguruckan.com

http://ozguruckanzone.blogspot.com

http://kaotikretorik.wordpress.com

Ayşe Musal

“REKLAMCI” OLMAK!

Kime reklamcıyım desem art direktör müsün, reklam yazarı mı diye soruyor!

Veya daha kötüsü “ yani ne iş yapıyorsun?”

Ben “reklamcı”yım. Yani Ajansta yarattığımız işleri müşteriye satan, müşterilerimizin isteklerini filtreleyerek, marka stratejisi doğrultusunda doğru mesajı, doğru mecrada, doğru kişiye doğru şekilde söylenmesi için doğru bir brief hazırlayıp ajansın mutfağı olan kreatif bölüme ileten, işin doğru zamanda, doğru şekilde, belirli bir bütçe içinde yayınlanmanısını sağlayan kişi.

İpek Aral Kişioğu benden bu yazıyı istediğinde çok kolay olacak gibi gelmişti ama mesleği seçme sebeplerimi anlatmak zor.

Öncelikle Müşteri yönetimini meslek olarak seçmek isteyenlere bir iyi, bir kötü haberim var.

İyi haber: Genelde Genel Müdürler, Ajans başkanları Müşteri Yönetiminde çalışmış insanlardan çıkıyor..

Kötü haber: ne kreatif bölüm ne de müşteri sizin yaptığınız işe %100 kredi veriyor, hep arada kalıyorsunuz: çift taraflı ajanlar gibi.

Yazının başında anlatmak istediğim aslında bununla ilgili. Dışardan bakınca kimse sizi “reklamcı” olarak algılamıyor. Diğer yandan reklamın tam olarak merkezindesiniz.

Müşteri yöneticisi bir yerde orkestra şefi gibi. Ajanstaki birimlerin koordinasyonundan, bütçelemesinden ve zamanlamasından sorumlu. Müşteriye karşı sorumluluğu ise müşterinin ürün, hizmet, markasını ve sektörünü çok iyi tanımak, rakiplerini takip etmek, müşterinin ihtiyacını öngörmek, müşterinin beklentilerinin ötesine geçmek yani elma istiyorsa müşteri ona meyve sepeti sunmak… Tabii gerekçeleriyle…

Benim reklam sektörüne geçmem aslında tamamen tedadüf oldu. Turizm ve otel işletmeciliği okudum. Uzmanlığım ise yiyecek içecek bölümü idi. Bir otelde ziyafet müdür yardımcısı iken reklam bölümünü de bana bağladılar. 24 yaşımda, otelin iletişimden sorumluydum ve pazarlama iletişiminin ne oldluğu konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Sene 1996. Müşteri olarak reklam ve reklamcılarla tanıştım.

Ben kurumsal otelcilikten, herkesin bir birine “Hanım-Bey” diye hitap ettiği, belli bir giysi kodu olan bir kültürden geliyordum. Karşımdaki reklamcılar öncelikle “ilk isim-sen- spor giysi” üçgeniyle beni şaşırttı. Reklamcılar işe giderken o gün ne giymek istiyorlarsa onu giyiyorlardı. Bağlı olduğum Holding’in mütevelli heyetiyle görüşmeye giderlerken bile altlarında jean pantolon, üstlerinde bir zahmet ceket oluyordu.

Evet itiraf ediyorum, bu işin ilk beni etkileyen kısmı bireysel ifadeye tanıdığı özgürlüktü. İşe giderken diledikleri giysileri giyiyorlar, koca koca adamlara gencecik kızlar ilk isimleriyle hitap ediyor, kimse bunu “saygısızlık” olarak algılamıyordu.

Reklamcılığa Giriş ve Finar

Daha sonra İstanbul’daki ilk patronumla İngiltere bağlantılı bir turizm işi yaparken patronumun Kurumsal Tasarım firmasında bir pozisyon boşluğu oldu. Turizm işi pek parlak gitmiyordu zaten. Selim Seval Finar Lloyd Northover Citigate’de iş geliştirme koordinatörü olarak çalışmamı teklif etti. Ben kabul ettim ve böylece reklamın çok niş bir parçası olan “kurumsal tasarım” ile tanıştım.

Sene 1998. İlk başta tüm new biz sunumlarına Selim Bey ile birlikte giderdim. O sayede “kurum kimliği, amblem, logotayp, pay-off, kurumsal tasarım, faaliyet raporu” vb… bir çok yeni kavram hayatıma girdi. İlk kez elime fotoğraf makinasını alıp fotoğrafa başlamam da Selim Seval sayesinde oldu. Profesyonel bir fotoğrafçı olan eski patronum beni tam manasıyla eğitti. O ağır fotoğraf malzemelerini taşıyarak, onunla birlikte kurarak, hafta sonları günün ilk saatlerinde fotoğraf turlarına çıkarak “ışığın grafiği”ni biraz olsun öğrendim. Süreli yayınları takip ettim, tüm paramı fotoğrafa yatırmaya başladım. 2000 yazında 2 faaliyet raporu tasarımı ile International ARC Awards bronz ve gümüş ödüllerini kazandığımızda NYC Plaza oteldeki ödül töreninde, Selim Seval’ın kendisinin bile düşünmediği bir şey oldu: İlk kez bir Türk ajans bu yarışmaya katıldı ve 2 ödül aldı. Finar, Türkiye’nin ilk kurumsal tasarım ajansıydı. Ben işe başladığımda 17 müşterisi vardı. 2000’de ayrıldığımda 54!

2000’de iş değişikliğim şu şekilde oldu: Selim Seval ortaklığında yeni bir reklam ajansı kuruldu. Ben de o ajansa Müşteri Temsilcisi olarak transfer oldum. Odağımız finansal reklamdı. Yani halka arz olacak firmaların iletişimini yapmak.

İş fikri olarak müthiş olmakla beraber zamanlama feciydi. 2000 Eylül’ünde kurulan ajansın henüz tanıtımını yaparken 2000 kasım krizi oldu. 2001’in ilk aylarında şunat kriziyle “ne iş olsa yaparız” tarzı reklamcılığa döndük..O dönem Selim Seval’ın ortağı olan Zehra Üsdiken’den brief yazmak da dahil olmak üzere temel reklamı öğrendim. Zehra Üsdiken’in bir sözü hep kulaklarımda kaldı: hata yapmaktan korkma. Hata yapabilirsin, hatalarını çeşitlendirebilirsin ama hatalarını tekrar edemezsin! Hayır sözcüğünü kullanmadan itiraz etme sanatını ise bir kaç ay sonra Leo Burnett’te Ümit Çelebi’den öğrenecektim…

Merhaba Leo Burnett

2001 Eylülünde işsiz kaldım. Özgüvenimin magma tabakasına karıştığı bir dönemdi. 17 yaşımdan beri part-time/full-time aralıksız çalışmıştım. Çalışmadan bir hayat nasıl geçer bilmiyordum.

Hayat manalı tesadüflerden oluşuyor bence. İşsiz kaldığım dönemde bir gün kontrol için göz doktoruma gittim. Göz doktorum ve aile dostu Şule Ziylan kayınpederinin Reklamcılar Vakfında önemli bir pozisyonda olduğunu söyledi ve Şule Ziylan sayesinde ondan tavsiye almak üzere bir randevu kopardım. Sağ olsun, dünyanın en mütevazi insanı, müthiş bir reklamcı olan Çetin Ziylan bana sadece vakit ayırmakla kalmadı, bu mesleği neden sevdiğimi bana benim ağzımdan duyurttu. Ben rutin çalışmayı sevmiyordum. İş giysilerini de. Reklam bana aynı anda bir çok sektörle ilgilenme, her gün yeni bir şey öğrenme fırsatını sunuyordu. Yaratıcılığımı kullanmama olanak veriyordu. Müşteri yönetimindeki her insan gibi ben de sahnede olmayı yani sunum yapmayı seviyordum. Sanatla sadece izleyici/takipçi olarak ilgiliyken, yetenek olmaksızın sahnede olmamı sağlıyordu bu meslek. Ayrıca iyi olduğum bir şey vardı: insan ilişkileri. İflah olmaz bir iyimserdim ve insanlardaki iyiyi çıkartmayı biliyordum. Öğrenmeyi ve yenilikleri takip etmeyi seviyordum, sorumluluk sahibiydim. Sonuç odaklıydım. Çalışmak sıkıcı olmamalıydı. Eğlenerek çalışabildiğim, yaratıcılığımı kullanabildiğim bir oyun alanıydı reklam. İçimdeki hevesi ve öğrenme tutkusunu fark eden Çetin Ziylan benim için müthiş bir şey yaptı ve bana uluslararası bir ajansta iş görüşmesi ayarladı.

Ajans başkanı ve Genel Müdür ile iş görüşmesi yaptığım gün Perşembe idi. Pazartesi günü işe başladım. Leo Burnett, benim için bir çok değerli anıya gebe ve çok şey öğrendiğim, sektörün en başarılılarıyla çalışma imkanı sağlayan bir yerdi. Her şey bir yana bir pazarlama dahisi olarak gördüğüm Ali Özbora ile, kısa bir sure için de olsa Esra Acar ile, bir kreatif deha olduğuna inandığım Engin Kafadar ve hayatımda tanıdığım en başarı odaklı kreatif direktörlerden biri olan Yaşar Akbaş ile, müthiş bir PR ekibiyle, harika bir medya planlama ile ve inovatif bir interaktif ajansla aynı anda çalışma şansım oldu. Tabii hiç bir ajans gibi Leo Burnett de gül bahçesi vaad etmiyordu. Dedikodu, entrika, güç gösterileri, ikiyüzlülük, kıskançlık vb.. iş hayatının olmazsa olmazlarının tam da göbeğiydi bu ajans … Değişen orta yönetimle birlikte kendimi görünmezmişim gibi hissettiğim, mobbinge maruz kaldığım dahi oldu. Orada öğrendiğim en temel reklam gerçeği şu idi: algı gerçektir. Ben algıladığımı yaşadım, iş arkadaşlarım da nasıl algıladılarsa öyle yaşadılar beni. Burada İpek Aral’ın “kötü yönetici ile nasıl çalışırsınız” yazısını okumanızı öneriyorum.

Leo Burnett sonrası reklama mola dönemiydi. Öncelikle sektör değiştirip 6 ay kadar bir firmada Pazarlama Direktörlüğü yaptım. Firma içindeki iç reklam ajansından da ben sorumluydum.

Girişimcilik Dönemi …

Reklamı çok özlemiştim. Finar’dan tanıdığım bir art director arkadaşımla beraber bir butik Ajans kurduk. 2 sene boyunca işi sürdürdük, ancak çok ciddi ticari hatalar yaptığımız için nakit akışını bir türlü sağlayamıyorduk. Deli gibi alacağımız vardı ama cebimizde para yoktu. Meslek hayatımın en meteliksiz dönemini geçirdim. Parasızlık ve bir takım temel anlaşmazlıklar araya girince ortağımla yolları ayırdık.

O işten öğrendiklerim benim için paha biçilmezdir. Kendi işini yapmak demek, kendi işin olmayan şeyleri de yapmak demekmiş: muhasebe, finans, prodüksiyon, satınalma, ofis boy vs… Kendi işini yapmak, ajans açmak isteyen tüm meslektaşlarıma tavsiyem şu olur: mutlaka burada bahsi geçen diğer işleri yapacak başka birini bulun. Yoksa kendi işinizi yapamaz hale gelirsiniz ve finanstan minimal düzeyde de olsa anlamıyorsanız meteliksiz kalırsınız. Tabii diğer yandan inanılmaz bir manevi tatmin her sabah işe mutlu gitmek, her işi kendi yönteminle yapmak…

Wunderman’lı Günler …

Bu tecrübemin akabinde şahane bir şey oldu. Leo Burnett’in bana kazandırdığı en önemli insanlardan biri olan Bahadır Fenerci, beni Atilla Aksoy ile tanıştırdı. Profesyonel hayata dönecektim. İş görüşmemizde o kadar heyacanlıydım ki nasıl konuştuğumu bile bilmiyorum. Atilla Aksoy’a tek kelime ile hayrandım. Ağzından çıkan her kelimeyi dikkatle dinlemeniz gereken bazı insanlar vardır. Hepsinde yaşanmışlıktan gelen bir tecrübe vardır… Atilla bey öyle biriydi.

Atilla AKsoy, şimdiye dek tanıdığım en çalışkan reklamcıydı. En kültürlü, meraklı olanlardan biri. Ondan öğreneceğim çok şey vardı. Ve böylece son derece keyif aldığım Wunderman serüvenim başladı. Aksoy, ajansta pek bulunmuyordu. Zorlu ama çok iyi müşterilerim vardı: hepsi sektörünün lideri. Bu dönemde iş ortaklarımız Cem Argun ve Emre Erşahin hayatıma girdi. Onların zekaları, stratejik bakış açıları, bilgileri ve deneyimleri, sektörü yakından takip etmeleri, sektöre katkıda bulunmaları beni çok etkiledi. Atilla Aksoy’un, Wunderman’dan ayrılıp yeni ajans kurması benim işe başladığım 6. aya denk geldi. Biraz kan kaybeden Wunderman Y&R Ajans başkanının yönetimi ele almasıyla ben ayrılmadan önceki son aylarda inanılmaz toparladı ve üst üste bir çok büyük müşteri aldı. Rauf Olcay’ın hem kişilik, hem yaratıcılık anlamında kreatife olan katkısını da göz ardı etmemek gerek.

Altavia Müşteri Hizmetleri Direktörü

2008’in ilk aylarından beri bir Fransız network’u olan Altavia’da Müşteri hizmetleri Direktörüyüm. Birçok uluslararası müşterimiz var. Türkiye’nin ilk baskı yönetimi yapan ajansıyız. Baskı Yönetiminin yanı sıra sadece Perakende sektörüne hizmet veren “ticari reklamcılık” yapan ilk ajansız. AMPD üyesiyiz. Ajanstaki her bir müşteri yöneticisi perakende sektörü konusunda son derece donanımlı, sektörel yenilikler konusunda sürekli eğitim veriyoruz onlara. Yeni mecralarda da yavaş yavaş varlığımızı hissettiriyoruz. Network olmanın avantajlarını hem uluslar arası müşterilerimizde hem de yerel müşterilerimizde hissediyoruz.

Reklamcılık Hakkında Birkaç Anektot

Küçükken, ailem bana sürekli maymun iştahlı olduğumu söylerdi. Çocukken bale, basketbol, binicilik, hentbol, piano, aerobik, jogging, dil eğitimi, bisiklet, tenis, yüzme, folklör, ping pong, kayak, buz pateni ile ilgilendim. 18 yaşımda bu saydıklarımdan hiçbirinde yeterli değildim ama basket hariç (hiç beceremiyordum) hepsini seviyordum. İş hayatına atılınca bu maymun iştahlılık reklamdan önceki iş hayatımın ilk yıllarında kısa sürede iş değiştirmek şeklinde kendini gösterdi. Yaptığım her işten çok çabuk sıkılıyordum.

Sonra reklamla tanıştım. Aynı anda bir çok şeyle ilgilenmenin şart olduğu bir meslekti reklam. “Multi tasking” yani aynı anda bir çok iş yapabilmek, bir çok farklı konuyu düşünebilmek bu işin en önemli gereğiydi. Yani tam anlamıyla maymun iştahlılığın prim yaptığı, konudan konuya atlayabileceğiniz, bir çok çeşitli sektör konusunda bilgi sahibi olabileceğiniz bir alandı. Hiç bir gün bir diğerinin benzeri değildi. Benim için en cazip yönlerinden biri de bu oldu mesleğimin.

Örneğin bir tesisatçıyla boru konuşabilirsiniz, bir doktorla belirli bir ilacın endikasyonlarını veya bir tekstilci ile kreasyonlarında kullanacakları kumaşların tonlarını…

Mesleğimin bir diğer güzel yanı, yarattığımız işi hemen görebilmek: gazetede, billboardda, Tv’de, basılı bir broşürde, internette…

Bu mesleği seçeceklere ve genç meslektaşlarıma söyleyebileceğim en önemli şey bu işi sevmeden yapamayacakları. Sevmeden bu kadar stresli, uzun saatler ve kısıtlı teslim zamanlamalarıyla çalışamazsınız.

Müşterinizi de sevmeniz gerekir. Sevmediğiniz zaman, müşteri mutlaka samimiyetsizliğinizi anlar ve sizinle savaşmaya başlar. İşyerindeki günleriniz bir güç savaşına, hayatınız bir kabusa dönüşebilir. Sevdiğiniz zaman samimi davranırsınız.Samimiyet her zaman ödüllendirilir, müşteriniz size ve uzmanlığınıza güvenir.

.

Benim söyleyeceklerim bu kadar şimdilik. Umarım biraz yaptığım iş hakkında fikir verebilmişimdir.

Nurcan Örtügen Gök

Bir Sistem Analist/Geliştirme Uzmanı Olmak

1997 yılında yeni mezun olmanın heyecanı ile özel bir bankada şubede göreve başlamıştım. İlerleyen zaman diliminde bankacılığın bana göre olmadığını hissetmiştim. Bankanın o sıralar yeni bir sisteme geçiyor olmasının sonucu görev yapmakta olduğum şubeden benim görevlendirilmem ise profesyonel iş hayatımın kalanına nasıl devam etmek istediğimi deneyerek seçme şansını verdi.

Yaklaşık 4 ay boyunca Genel Müdürlük Bilgi Teknolojileri’nde yeni sistemin Son Kullanıcısı (End User), Test edicisi (Tester), Dataların aktarımını kontrol edicisi (Convertion) ve Uygulamanın Eğiticisi olarak görev almıştım.  Bu süreçte hem yazılımcılar, hem son kullanıcılar, hem proje yöneticileri ile çalışma fırsatım olmuştu. Kesinlikle böyle bir iş yapmak istediğime karar vererek işten ayrılmış ve finans sektörüne hizmet veren küçük bir yazılımevinde Sistem Analisti olarak iş hayatıma bu yönde devam etmiştim.

Sistem Geliştirme’nin ana hatları olan;

1. Amaçların tanımlanması
2. Gereksinimlerin belirlenmesi
3. Sistem ihtiyaçlarının belirlenmesi
4. Önerilen sistemin tasarlanması
5. Belge oluşturulması
6. Sistemin test edilmesi ve sürdürülmesi
6. Sistemin değerlendirilmesi süreçlerini ise tamamen yaşayarak öğrenmiştim.

Kısacası çekirdekten yetiştim. 🙂

Sistem geliştiri & analistini kısa bir cümle ile tanımlamamı isteseler: Çince konuşan müşteri ile Fransızca konuşan yazılımcıya ingilizce konuşarak tercümanlık yapmak olarak tanımlayabilirim.

Sistem Geliştiriciler & Sistem Analistleri; var olan ve yürüyegelen bir sistemin Bilgi Sistemi(leri)’ne dönüştürülmesi aşamasında, o sistemi ilgilendiren olası tüm departmanların süreçlerini analiz edilerek (İş Geliştirme, Pazarlama, Satış, Müşteri Hizmetleri, Operasyon, Üst Yönetim vbg.) ihtiyaçlar ve talepler doğrultusunda girdileri üretecek olan sistemi fonksiyonları ile beraber tasarlayarak doküman oluşturur. Bu doküman hem İş Sahibi tarafından anlaşılan bir metni içerir, hem de Teknik Yazılım ekibinin anlayacağı hale getirilir. Yazılımı tamamlanan uygulama Sistem Analistleri tarafından test edilerek, hatalardan arındırılması sağlanır ve uygulama hayata geçirilir.

Sistem Analisti olmak için;

1. Detaylarla ilgilenirken bütünü gözden kaçırmayan,
2. Planlı, kendini ve sistemi her daim denetleyebilen,
3. Analiz yeteneğinin kuvvetli olunması,
4. Projenin zamanında istenen kalite ve amaçta sonuçlanması için HAYIR demesini bilecek kadar müşteri ilişkilerinin ve iletişim gücünün kuvvetli olunması,
5. Teknik ekibin ‘Bu olmaz’ , ‘bir saatte hallederiz’ diyebildiği konulara yorum yapabilecek kadar teknik bilgiye sahip olunması
6. Zamanla yarışırken müşteri ihtiyaçlarındaki değişimleri kavrayıp, sisteme uyarlayıp duraksamadan yolda ilerlemeyi sağlayacak entegre bir düşünce gücüne sahip olunması,
7. Doküman yazmaktan ve değiştirmekten yılmayan,
8. Aynı uygulamaları defalarca kez farklı kombinasyonlarda test etmekten yılmayan,
9. ve tabiki sabırlı ve hoşgörülü olunması gerektiğine inanıyorum.

Eğer;

1. Hem teknik ekibi hem İŞ’i isteyen tarafı uzlaştırıcı olacak nitelikte ikna kabiliyetinize inanmıyor iseniz,
2. Hayatında Bilgi Sistemlerini elektronik posta okumaktan ibaret bilen Üst Yönetimin ütopik taleplerinin sabırla gerekli olmadığını anlatacak kadar Üst Yönetim ile çalışmayı sevmiyorsanız,
3. Tam olsun iyisi olsun diyen bir karakteriniz var ve Palyetif çözümlere sıcak bakamıyorsanız,
4. Bir ER olarak omuz omuza mücadele ederken büyük resmi kaçırıyorsanız,
5. Dinlemeyi ve dinletmeyi bilmiyorsanız,
6. Gereksinimlerin getirdiği taleplere ve teknik neticelere Hayır diyemiyorsanız,
7. Teknik yeterliliklerle gereksinimlerin İşletmenin yararına bir Bilgi Sistemi için Ortak bir Plan oluşturabilecek danışman ruhunu barındırmıyorsanız,
8. Sizin çözümünüz işletmeyi zaman ve maliyet açısından uzun yola sürüklüyorsa uzlaşmacı bir yol bulmayı taviz vermek olarak nitelendiriyorsanız
9. Fazla mesai yapmaya hoş bakmıyor iseniz bu uzmanlık alanı size göre olmayabilir. 🙂

Bir İşletmeyi basit anlamda bir insan vücuduna benzetir ve Genel Müdür ‘beyin‘, Pazarlama ‘ağız‘, Satış ‘dış görünüş’, Yazılım ‘ayaklar’, Operasyon Müşteri Hizmetleri ‘eller’ vb gibi tanımlarsak; Sistem Analisti bu vücudun görünmeyen ‘İskeleti‘dir. Beyin başka birşey düşünür, eller başka yeri işaret eder, dış görünüş başka birşey ifade etmeye çalışır ve ağız başka birşey konuşur iken siz bir İskelet olarak bütünleştirici, bağlayıcı, güçlü yapınızı kullanarak o ayakları en kısa zamanda, en az efor ile, en az maliyet ile Bitiş’e koşturmalısınız.

Sistem Analisti olduğunuzda bir işletmenin en ince detayına tüm bilgilerine hakim olacaksınız. Sektör bağımlığı olmadan bir çok konuda bilgi sahibi olmanın getireceği mesleki haz ve tatmin ise bambaşka olacak. Bir işletmeyi işletme yapan tüm bilgilerin harmanlandığı bir uzmanlık alanı Sistem Analizi’nde sizi bekliyor olacak.