Kategori arşivi: Gelecek Tasarımı

GençİK

Geçtiğimiz günlerde genç meslekdaşlarımın kurduğu İnsan Kaynakları Genç Profesyoneller Platformu‘nun misafiriydim. Sosyal medyanın insan kaynakları uygulamalarına olan etkileri üzerine konuştuk, tartıştık, paylaştık. Benim için çok verimli geçen saatlerdi.

GençİK, varlığından haberdar olduğum andan itibaren beni heyecanlandıran bir oluşum. Genç meslekdaşlarımın mesleki tecrübe ve bilgilerini bulundukları kurumlardan, sektörlerden öteye taşıma çabaları sonuna kadar desteklenmeli kıdemli İK profesyonelleri tarafından.

GençİK‘nın beni en etkileyen taraflarından biri oluşumun altyapısını oturtmuş, vizyon, misyon ve değerlerini belirlemiş olması. Eğer bir de aralarındaki endüsrti mühendisliği kökenli arkadaşlar platformun performans karnesini (perpektifler;amaç, hedef, ölçütler) kurgularlarsa kanımca muhteşem bir örnek olacaklar benzer çalışmalara. 😉

GençİK’nın ne olduğunu ben daha fazla aktarmayayım, onların elinden çıkmış tanıtımı paylaşayım:

GençİK

İnsan Kaynakları Genç Profesyoneller Platformu, Türkiye ve dünyada İnsan Kaynakları alanındaki gelişmelere katkıda bulunan profesyonelleri paylaşım ve değişime öncülük için aynı çatı altında toplamayı ve birlikte gelişime zemin hazırlamayı amaçlayan bir platformdur. Platforma katılım gönüllülük esasına dayalı ve çalışılan şirketlerden bağımsızdır.

Oluşturduğumuz bu platform ile, İnsan Kaynakları alanında edindiğimiz ortak bakış açısını, kendisini bu alanda geliştirmek isteyen, insana ve insan kaynağına önem veren, alanında uzmanlaşmak isteyen genç İnsan Kaynakları çalışanlarına ve üniversitelere ulaştırmayı hedefliyoruz.

(Platform üyeleri, İnsan Kaynakları alanında yenilikler yapmayı, uygulamaları olumlu yönde geliştirmeyi ve başarılı olmayı hedefleyen, 18-30 yaş arası genç yetişkinlerdir.)

Platformu oluşturan değerlerimiz;

  • İletişim ve Paylaşım
  • Birlikte gelişim
  • Değişime öncülük ve yenilikçilik
  • Amatör ruhun verdiği dinamizm
  • Profesyonelliğin gerektirdiği disiplin
  • Eşitlik

Vizyonumuz;

Türkiye ve dünyadaki İnsan Kaynakları Yönetimi perspektifini paylaşımlarımızla güçlendirmek, birlikte geliştirmek, daha ileriye taşımak için gereken değişime öncülük etmek ve bu alanda en etkin platform olmak.

Misyonumuz;

  • Platform katılımcıları arasında iletişimi ve bilgi ağını güçlendirmek; düzenli olarak ortak faaliyetlerde bulunarak, platformun kalıcı olmasını sağlamak
  • İnsan Kaynakları uygulamalarını paylaşarak birlikte geliştirmek, yeni bir değer üretmek ve bu değeri tekrar paylaşmak,
  • Yenilikçi ve yaratıcı fikirlerle İnsan Kaynakları alanında ve iş dünyasında değişimlere öncülük etmek,
  • İş dünyası profesyonelleri ile bir araya gelerek değer odaklı bir perspektif geliştirmek ve gelişimi sürekli kılmak,
  • İnsan Kaynakları Yönetimi kavramını üniversite öğrencilerinden başlayarak akademik dünyada ve iş dünyasında tanıtmak, İnsan Kaynağının önemini vurgulamak ve profesyonelleri bilinçlendirirken genç yetenekleri İnsan Kaynakları alanına kazandırmak, onları geleceğin temsilcileri olmalarını yardımcı olmak
  • Ve tüm bunları sosyal sorumluluk projelerine vereceğimiz destekle birleştirerek topluma kattığımız değeri maksimize etmek.

GençİK Facebook sayfası için tıklayınız.

2011’de İK Trendleri

2011 yılının İK trendlerine taban oluşturabilmesi bakımından geçtiğimiz yılın 31 Aralık tarihinde yayınlamış olduğum Türkiye’de 2010 İK Trendleri başlıklı yazımı açtım. On iki maddede toparladığım beklentilerimin hepsinin yıl içinde sürekli gündemde olduğunu özellikle İK profesyonelleri hemen farkedecekler.

Ancak bu yıl ki yazımı özellikle dört ana ve onlara bağlı gelişecek alt konular üzerinden tasarladım.

2011’de İnsan Kaynakları dünyası neler görecek, yaşayacak veya belki de daha doğrusu neleri görmeli, farketmeli, yaşamalı?

1. Sosyal medyanın yadsınamaz ve halen biz İK profesyonelleri tarafından anlaşılmayı ümitle bekleyen önemi (Kaynağım İnsan’daki Sosyal Medya kategorisi yazılarını lütfen okuyun)

Sosyal medyanın dünyada İK fonksiyonlarından özellikle işe alımda çok etkin kullanıldığını görüyoruz. Konuyu uyguluyor, araştırıyor, geliştiriyor ve sürekli tartışıyorlar. Yetenekleri şirketlere çekme projeleri, yani işverenin kendisini pazarlama çabaları için sosyal medyanın açtığı platformlar biçilmiş kaftan.

Hatta Amerika’da 2010’da hizmete giren Jobvite işgücü ararken kullanabilecek bütün sosyal medya araçlarını toplayıp şirketlerin ayağına götürüyor. Biz İK’cılar Türkiye’de sosyal medyanın ne olduğunu bir anlayabilirsek eminim işgücü arama maliyetlerini çok düşüren benzer bir portal ülkemizde de en kısa sürede hayata geçer. Ama şu an pazarı yok, çünkü bu hizmeti satın alma yetkisi olan İK’cıların sosyal medyanın erdemlerinden haberi yok. Haberleri olsaydı şirketlerde sosyal medya ağları yasaklı hale gelmezdi.

2. Şirketlerde dış kaynak kullanımının artması (outsourcing)

İnsan kaynaklarında dış kaynak kulanımı (outsourcing) denince akla hemen işe alım, özlük işlemleri ve eğitim gelir. Bu üç kalem verimliik açısından iç kaynak kullanımından pek çok zaman daha üstündür.  Ancak ben bu üç kalemin çok daha öteye taşınabileceğini kendi tecrübelerimle artık düşünüyorum. Aslen şirketler eğer dış kaynaklarını doğru seçerlerse performans yönetimi, yetenek yönetimi süreçlerinde de çok rahat dış kaynak kullanabilirler. Neden mi? Yine verimlilik.

Aslen şirketler eğer kullanacakları dış kaynağı yani danışmanı parça başı iş çıkartacak değil de, uzun vadeli iş ortağı olarak görürlerse ve stratejik hedeflerini, vizyonlarını İK Danışmanına net tanımlarlarsa, İK danışmanı içeride oturan bir İK’cıdan çok daha fazla şirketi sahiplenir, iş çıkartır. Kısıtlı zamanda, daha planlı ve hedef odaklı çalışır.

Şirketlerin İK bölüm çalışanlarının gerek bireysel, gerekse kurdukları sistem açısından gelişim ve değişimleri çok ağır ilerler. Motivasyon düşüklüğü, şirket ikliminden kaynaklı dalgalanmalar iç bünye İK’cıların verimliliğini her zaman düşürür. İK danışmanları ise müşterisine en iyi hizmeti veriyor olma bilinci ve gereğinden dolayı çok daha güncel bilgi ile donanmış, dinamik olurlar. Müşterilerini en iyisi için önce eğitirler, sonra ikna ederler, zorlarlar ve projelerini hayata geçirirler.

3. Esnek çalışma ve Bilgi Yönetimi

Esnek çalışma kavramının hayatımıza her geçen gün biraz daha gireceği kesin. Şirketlerde büyük verimlilik sağlayacağını düşündüğüm esnek çalışma modellerini hayata geçirebilmek için ana ödev yine şirketlerin kendisinde, özellikle de üst yönetiminde. Vizyonunu özenle saptamış ve stratejik haritasını iyi çalışmış şirketler gelişimleri yolunda hayata geçirecekleri projeleri, bu projelerde kimlerin çalışacağını, takvimini çok net (elbette pratikte ufak tefek sapmalar olacaktır) belirleyecekler.

Bütün çalışanlara önceden tanımlanan stratejik yol haritası, projeler ve sorumluluklar sayesinde her çalışanın istediği tempoda, yerde çalışması sağlanabilecek. Gün sonunda hedef tuttu mu, tuttu. Olay bitmiştir. Her çalışanın birer işletme haline ve her çalışanın önce kendisini iyi yönetir hale gelmesi şirketleri çok ilerletecektir. Bu bakış açısını kültürüne yerleştirmeyi başaranlar, ‘sorunlu’ değil ‘tam sorumlu’ çalışanların bulunduğu şirketler “21. yüzyılın şirketleri” sıfatını alabilecektir.

Endüstri çağının getirdiği çalışanları sonunda kendisine ve işe yabancılaştıran hantal ve mekanik iş yürütüm sistemleri, yerini teknoloji çağının dinamizm ve yaratıcılığına bırakacak. Bilgiye erişimin kolaylaştığı bir dünyada artık sadece doğru bilgiyi bulmak yetmeyecek. Onu anlamak, uyarlamak, geliştirmek, değiştirmek ve “yaymak” ana yeteneklerden biri haline gelecek.  Bilgi Yönetimi hayatımızın merkezine oturacak.

4. X, Y, Millenium … kuşaklarını anlamak mı?!

Kuşaklar üzerine çok yazı okuyorum. Çoğunluğu yabancı kaynaklı. İthal etmek kolay bu yazıları ama ben dönüp kendi çalıştığım kitleye bakıyorum. Elimdeki yabancı kaynaklarla az örtüşmekle beraber, çokça uyuşmayan düşüncelerim var bu kuşaklar hakkında.

Hala binlerce genç KPSS’ye giriyor hayatlarını garantileyebilmek ve verimsiz çalışmak için, etrafımda reelde işe dair hiçbirşey bilmeyip egosu tavanda birçok genç var, hala neyi, neden yaptığının farkında değil büyük çoğunluğu, ellerinde bir cep telefonu, önlerinde bilgisayar yuvarlanıp gidiyorlar.Y kuşağından olmayı sık sık iş değiştirmek için kendisine aklanma kapısı olarak alanlar da cabası. “Ben Y kuşağıyım” diyorlar, “ben sabırsızım, ben sıkılganım, ben böyleyim”. Bu yabancı kaynakların bazen hazımsızlık yarattığını bile düşünür hale geldim.

Çok mu kötümserim?

Tartışabiliriz.

2010 Bitmiş Gibi, 2011’e Hazırlık

Sistemli çalışmayı seven şirketlerde bir sonraki yılın stratjik planları ve bütçesi sonbahar ayları itibariyle hazırlanmaya başlanır ve en geç Aralık ayı içinde de biter. Bu nedenle ben Aralık ayına ‘yok’ ay derim. Kimse, çok sıradışı bir durum olmadıkça yıl, boyunca tutturamadığı bütçesini Aralık’ta toparlayamaz. Çoğunluk iyi veya kötü bir yılı daha kapatmış olmak adına derin bir nefes alır ve sonraki senenin heyecanını, sorgulamalarını yaşamaya başlar.

Kaynağım İnsan olarak ben de Ekim ayı başından beri 2011 yılı planlarını yapmakla meşgulum.  Hatta planlarımı birinci yaşgünü yazımda da kısmen paylaşmıştım. Günler ilerledikçe aklımda netleşen yeni yılı yedi ana başlıkta ele alıyorum:

1. Danışmanlık – Mevcut danışmanlık proje ve hizmetlerinin devamı.

2. Eğitim – İK üzerine tablet eğitim vermek.

3. Blog gelişimi – Kaynağım İnsan’ın yeni versiyonunu devreye almak

4. Proje katılımları – Farklı projelerde ekip üyesi olarak yer almak

5. Üniversite etkinlikleri – Konuşma, workshop, eğitim katılımları

6. İtalyanca  – yarım kalan İtalyanca dil eğitimime devam etmek

7. Fırsatlar – şu an öngöremediğim gelişmeler

2011 yılı bütçesi ise gizli bilgi … 😉

Ya siz?

2011 yılı planlarınızı hazırlayıp, hedeflerinizi tespit ettiniz mi? Tespitlerinizi takvime oturttunuz mu? Başarı ölçüt ve aralıklarınızı belirlediniz mi?

Cevabınız “evet” ise ne ala, ama cevabınız “hayır” ise mottomuz şu:

“Serseri mayın olma, organize ol, hedeflerini cesurca koy”

😀

Geleceğin İnsan Kaynakları Yöneticisi

İnsan Kaynakları mesleğinin geçmişi ve bugününü bir yana bırakalım, geleceğe bakalım. Şu anda mesleğe giriş seviyesindeki 22-27 yaş grubu gençleri, Y jenerasyonun temsilcilerini,  geleceğin İK liderlerini biraz kurcalayalım. Nasıl olmalılar?

Geçmiş veya bugün ile aralarında büyük farklar olacağı kesin.

Birincisi kendilerini ‘Yetenek nedir, nasıl bulunur, nasıl elde tutulur?‘ konularında çok iyi geliştirmek zorundalar. Yeteneği tanımlayabilmek için teknolojiyi, iş dünyası ve sosyal hayatı çok iyi takip etmeliler. Eskilerin (bizlerin) söylemlerinden sıyrılıp, mensubu oldukları Y jenerasyonun beklentilerini, değişkenliğini çok iyi analiz edebilmeliler. Birer Yetenek Avcısı ve Tutucusu olmalılar.

Esnek çalışma saatlerinin uygulandığı, dinamik sosyal iletişim ağları içinde, bilgi paylaşımı ve üretiminin en üst seviyede olduğu, rahat çalışma ortamları yaratmak zorundalar. Kadrolarına “o” şirkette neden kalmaları gerektiğini anlatabilmek, onlara kalmaları için bir neden yaratabilmek durumundalar. Kişiye özel motivasyon ve ödüllendirme yöntemleri geliştirmek zorundalar.

Esnekliğin, rahatlığın dejenerasyon anlamına gelmediğini bir önceki X jenerasyona gösterebilmek mecburiyetindeler. Kurgulayacakları koçluk, mentorluk sistemleri ile jenerasyonlar arası bilgi, tecrübe alışverişini sağlamalılar. Bu yolla hem bilginin ve tecrübenin kaybolmasını engellemeli, hem de iletişimi ve verimliliği arttırmalılar.

Organizasyona yetenek bulunması, takibi, gelişimi  görevini üstlenmiş olmalarından dolayı, yetenekler ile şirketin kısa-orta-uzun vadelei hedeflerini uyumlulaştırabilmeli, yeteneklerin gelişim sürecini bu doğrultuda sistematize edebilmeliler. Şirket içindeki insan yönetimi liderliği ile stratejik iş ortaklığı pozisyonlarını başarıyla üstlenebilmeliler.

Sözün özü, eğer şirketi bir insan bedenine benzetirsek, İnsan Kaynakları profesyonelleri şirketin damarları olmalı, hızla akan kan gibi beden içinde uğramadığı, değerlendirmediği, takip etmediği nokta, süreç, hedef kalmamalı.

İşimiz zor, şimdi kalkın oturduğunuz koltuklarınızdan bakalım, gelecek çok yakında gelecek 🙂

Her Şeye Rağmen Daha Uzun Yaşıyoruz

Ortalama insan ömrü, çeşitli faktörlere bağlı olarak coğrafyadan coğrafyaya ve gelir seviyesine göre değiştiği bilinen bir şey.

Closing the gap in av generation” adlı bir rapor hazırlayan ve konunun önemli uzmanlarından biri olan Londra’daki The International Institute for Society and Health başkanı Sir Michael Marmot ile bir söyleşi vardı bugün İsveç’in önemli günlük gazetelerinden biri olan Svenska Dagbladet’de.

Marmot, dünyada son 20-30 yılda insan sağlığı ve ortalama ömrü konusunda negatif ve pozitif bir veri ortaya koymaktan çekiniyor. Bunu ölçebilmek için global dünya çok kompleks. Örnek olarak Latin Amerika üzerinde duracak olursak, genelde ortalama insan ömründe bir uzama var. Örneğin Brezilya, artık 72 yıl gibi kabul edilebilecek bir düzeye geldi. Fakat ülke içinde bölgelere göre değişen büyük farklar var. Özellikle Brezilya, ülkedeki gelir düzeyi ve yaşam standartlarının arasındaki uçurumları ile tanınıyor.

Gelir düzeyinin de yaşam kalitesine pozitif etkilerini kabul edeceksek, bu konuda bir iki rakam ve karşılaştırma vermek uygun olur:

Ülkelerde gelir düzeyleri arasında bir karşılaştırma yapmak için insanlar arasında en yüksek gelir düzeyine sahip % 20 ile en düşük gelir düzeyine sahip % 20 nin gelir ortalamaları alınıyor. Bu hesaplamalara göre aradaki farklar şöyle:

İsveç: Yüksek gelir grubu düşük gelir grubundan 4 kat fazla kazanıyor.
İngiltere: 7 kat
ABD: 8,5 kat
Meksika: 13 kat
Şili: 19 kat
Brezilya: 25 kat

Tüm bu rakam ve oranlar arasında Michale Marmot, kendi yaşadığı şehir olan Londra‘yı örnek alıyor:

Şehrin zengin semtlerinden olan Kensington veya Chelsea’de ortalama yaşam 88 yıl iken, bir saatlik bisiklet sürüşü mesafesinde olan Kuzeydoğu Londra’da bu ortalama 71 yıla düşüyor. Londra… Batı’nın en zengin başkentlerinden biri…

Avrupa’dan Afrika kıtasına hareket ettiğimizde daha da çarpıcı rakamlar var. Pekçok ülke bu kıtada HIV/AIDS, açlık ve savaşlarla boğuşuyor. Hepsinde değil ama özellikle Zimbabwe, Zambia, Swaziland ve Lesotho’da insan ömrü ortalaması geriye doğru gidiyor. Zimbabwe’nin bazı bölgelerinde kadınların ortalama ömrü 34 yıl. Fakat tüm bu karanlık tabloya rağmen genele baktığımızda, Afrika kıtasında insan ömrü yine de uzamış. 1970 lerde 48 olan ortalama ömür, 51 e çıktı.

Çok da büyük bir gelişme yok değil mi? Fakat Hindistan örneği ilginç. Yine 70 lerde Afrika ile aynı ortalamaya sahip olan Hindistan, aradan geçen zamanda 12 yıl koymuş ortalamasının üzerine.

Bu tip raporlar kuşkusuz globalizme ve serbest piyasaya veriştirmek için argüman olarak da kullanılabilir. Bu eleştirilerin haklı oldukları yönler olsa da özellikle Hindistan örneğinde son 10 yılda filizlenen, gelişen bilişim sektörüne ülkenin global anlamda katkısı tartışılmaz. Bugün Hindistan’da kendilerini belli bir sınıfa mahkum eden kast sistemini kırabilmenin yolu olarak IT alanında kendilerini yetiştirmeyi gören hatırı sayılır bir kesim, yine Globalizmin sayılabilecek pozitif etkilerinden de faydalanıyor diyebiliriz.

Closing the gap in av generation” adlı raporuna göre, sağlık sektörü ve hizmetlerinin halk sağlığına % 20 lik bir pozitif etkisi var. Erişilebilirliliği arttırmak, önleyici tedbirler almak, merkezi ve lokal sağlık hizmetlerini iyi koordine edebilmek, eğitim ve sonuçları ölçmek gibi faktörler bu % 20 nin bileşenleri.

Fakat bunlardan daha önemlisi fakirlikle savaşmak, işsizlik oranını azaltmak, çalışma şartlarını iyileştirmek.

Dünya Sağlık Örgütü’nün hesaplarına göre, kötü şartlarda yaşayan 1 milyar dünya vatandaşının yaşam koşullarını değiştirmek, aradaki farkları düzlemek için gereken kaynak 100 milyar dolar. Oysa şu geçirdiğimiz ekonomik krizde bankaları kurtarmak için harcanan para bunun 10 katı.

Sonuç olarak, dünya genelinde iyileşen yaşam standartlarından herkesin daha adaletli bir pay almasını sağlayacak bilgi ve isteğe ”çoğumuzun” sahip olduğunu ileri sürüyor Michael Marmot.

“Ancak bunun için elinde bu adaletsizliği düzeltme gücü olan herkesin aynı anda metodik olarak doğru yöne ve aynı yöne çekmesi gerekiyor. Ne kadar optimist bir insan olsam da bunun realist bir düşünce olmadığını biliyorum.”

Kaan Doren
http://postdijital.com/

“İnternet sansürü”: Asıl kaybeden kim?

“İnternet sansürü”, aslında “devlet sansürü” dediğimiz, düşünce, ifade, iletişim, basın, haber alma ve bilgi edinme hak ve özgürlüklerini ihlal eden baskıcı devlet müdahalesinin internetteki uzantısından ibarettir. Elbette sansürü sadece devletler uygulamaz, bunu şirketler, yayın organları, üniversiteler, içerik üzerinde denetim kurma yeteneğine sahip her hangi bir kurum yapabilir. Ama devlet sansürü, istisnasız tüm vatandaşları etkilediği için sansürün en ciddi boyutunu oluşturur.

İnternet sansürü her nekadar gazete, dergi, televizyon, radyo, kitap, kamuya açık söylemler, tartışmalar gibi iletişim ortamlarında uygulanan sansürle aynı kaynağa sahip olsa da, önemli bir nitelik farkıyla diğer sansür tiplerinden ayrılır. İnternet, tanımı gereği “küresel”, “gayri-merkezi”, “açık”, “sınırsız”, “etkileşimli”, “kullanıcı-denetimli” ve “altyapıdan-bağımsız”dır. Bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişimi, özellikle de internetin yaygınlaşması, ana akım medya başta olmak üzere iletişim endüstrisinin iş modellerini, haberleştirme pratiklerini, bunların dağıtım kanallarını dönüştürdü. Gayrimerkezileşme, yatay koordinasyon ve etkileşim, kullanıcıların aynı zamanda birer yayıncı haline geldiği yayın modellerini, yurttaş gazeteciliği gibi deneyimleri yarattı. Ana akım medyanın iktidarlarla ilişkisinde yaşanan sansür mekanizmaları, bu kez de devletlerin internete gözünü dikmesi ve internet yasaklarıyla farklı bir boyutta yaşanıyor.

İnternet merkezi olarak yönetilemez, ülke sınırları içine hapsedilemez. İnternetin bu nitelikleriyle hemen hemen tüm kullanıcıları birer “yayıncı” haline getirmesi, özellikle Web2.0’ın açtığı imkanlarla internet yayıncılığının demokratikleşmesi ve sosyal medyanın, blog alanının gelişmesiyle daha da güçlü bir eğilime dönüştü. İnternetteki yayıncılığın bir diğer önemli farkı da, anlık etkileşime izin vermesi dolayısıyla, yayınların birer sosyal forum, tartışma ortamı niteliği kazanarak söylemin etki alanını genişletmesi oldu. Twitter, Facebook, Friendfed gibi sosyal topluluk ağları, Youtube, Flickr gibi sosyal paylaşım alanları, aynı zamanda ciddi birer alternatif haber kanalı gibi çalışıyor. İran seçimleri, Gazze filosu gibi uluslararası olaylar önce bu kanallardan dünyaya yayılıyor; hatta ana akım medya bile bu kanallardan alıyor bilgiyi. Eh, durum böyle olunca, kamusal içerik üreten tüm yayıncılar gibi internet yayıncıları da devletlerin ilgi alanına giriyor. Bu odağın dolaysız sonuçlarından biri, hukuk ve teknoloji arasındaki hız ve zihinsel model farklarından kaynaklanan sorunları birebir yansıtan “internetle ilgili hukuksal düzenlemeler” olurken, sözü edilen hak ve özgürlüklere zaten baskıcı bir biçimde yaklaşan devletlerin ilk aklına gelen de olumsuz düzenlemeler yaparak interneti sansürlemeye yeltenmek oldu.

Maalesef bizim devletimiz de bu ikinci sınıfa giriyor. Ülkemizin adı, internet sansürcüler liginde, Çin, İran, Kuzey Kore, Suudi Arabistan gibi ülkelerle birlikte anılıyor. Uluslararsı toplumda giderek yükselen tepkiler, yabancı basında konuyla ilgili sürekli olarak çıkan yazılar, son Avrupa Birliği İlerleme Raporu (http://www.abgs.gov.tr/files/AB_Iliskileri/AdaylikSureci/IlerlemeRaporlari/turkiye_ilerleme_rap_2009.pdf) ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Raporu’ndaki (http://www.osce.org/documents/rfm/2010/01/42294_en.pdf) açık eleştiriler ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in son “İnternet Düşmanları Raporu”ndaki “gözetim altındaki ülkeler” kategorisine girmemiz (http://en.rsf.org/surveillance-turkey,36675.html), durumu açık seçik bir biçimde gösteriyor.

Türkiye’de internetin belli bir kullanıcı grubunun ötesinde yaygınlaşmasıyla birlikte, devletin olumsuz düzenlemeleri de gündeme geldi. Türkiye’de internetin sansürü 2001‘deki RTÜK Kanunu ve Basın Kanunu ile başlar, bugünkü 5651 kod adlı internet sansürü yasasına kadar gelir. Bu tavrın partisi, ideolojisi, görüşü yoktur. Söz konusu düzenlemeler, DSP-MHP koalisyonu ile başlar, AKP hükümetleriyle devam eder; üstelik TBMM’de iktidarıyla muhalefetiyle oybirliği sağlanan ender konulardan biridir. Ben bu durumu bir “devlet refleksi” olarak görüyorum; ele avuca sığmayan, sınırlar içerisine kapatalımayacak, hızlı akan ve aynı hızla etki eden bir iletişim ortamının verdiği korkuya karşı geliştirilmiş bir refleks. Türkiye’de internet sansürünün kısa tarihini ve yaşanan gelişmeleri ayrıntılarıyla şu yazımda ele aldım: “Türkiye’de internet sansürünün kısa tarihi… ve mümkün geleceği!” (http://sansuresansur.blogspot.com/2009/09/turkiyede-internet-sansurunun-ksa.html); meraklısı başvurabilir.

Sonuç ortada: sansürlenen 6000’e yakın web sitesi, sosyal topluluk platformu, blog alanı, paylaşım sitesi, haber kanalı… Burada dikkat edilmesi gereken bir durum var: gerek çok ünlü olması, gerekse Google gibi bir internet deviyle ilişkili olması bakımından, 2008 yılından beri Türkiye’de engelli olan Youtube, neredeyse internet sansürünün diğer adı halıne geldi. Haziran ay başından beri, bu engelleme ile ilgili olarak Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın IP bloklamasına dayalı yeni bir engelleme yöntemini devreye sokması sonucu yaşadığımız Google skandalının uyandırdığı kitlesel tepki, bu algıyı güçlendiriyor (“Google skandalı, Türkiye’nin internet sansürü serüveninde “eşik etkisi” yaratır mı? http://sansuresansur.blogspot.com/2010/06/google-skandal-turkiyenin-internet.html ; “Google ve “sansür ekonomisi”!http://www.bthaber.com.tr/?p=5026 ; “Google kesintisi” bize ne öğretmeli?” http://www.gennaration.com.tr/yazarlar/google-kesintisi-bize-ne-ogretmeli/ ). Öyle ki, internet sansürüne karşı çıkanlara Google avukatı muamelesi yapılmaya başlandı. Ulaştırma Bakanlığı’nın konuyla hiç bir hukuki bağı olmamasına rağmen kullandığı “ama adamlar vergi vermiyor ki” dezenformasyon söylemi de üstüne tuz biber ekti.

Youtube bu ülkede engellenen 6000 siteden yanlızca biri ve en önemlisi de değil. Elbette Google’ı çıkardığınız zaman, internetten geriye pek fazla bir şey kalmıyor; dolayısıyla tepkiler normal! Ancak önemli olan internet sansürünü bir bütün olarak algılamak ve herkesin sansürlenebileceğini aklımızda tutmak.

İnternet sansürünü meşrulaştırmak için bizimki gibi baskıcı otoritelerin en çok kullandığı dezenformasyon yöntemi olması sebebiyle “çocuk pornografisi” hakkında da bir kaç şey söylemek gerek. 5651 sayılı yasa sözde çocuk pornografisini önlemek için çıkarıldı ama sonra içini bir çok müphem suçla torba gibi doldurdular. Bu amaçla yoğun bir medya kampanyası yürütüldü. Bir sürü insan tutuklandı, sonra bunların sadece biri suçlanıp hüküm giydi, diğerleri tamamen yasal içerik bulundurdukları için beraat etti; Ulaştırma Bakanlığı da bilinçli olarak yaratılan tepkiyi manipüle ederek, kaşla göz arasında 5651’i Meclis’e sevkediverdi. Zamanında şöyle yazmıştım: “Türkiye çocuk emeğini sömürme bakımından dünya dördüncüsü. Çocuk tutukluların sayısında büyük artış var. Çocukların yüzde 72’si ana baba, yüzde 22’si öğretmen dayağı yiyor. Her üç çocuktan biri istismara uğruyor. Kızlar çocuk yaşta evlendiriliyor. Pedofili atasözlerimize sızmış. Bunların hepsinin sorumlusu da internet, öyle mi? Bu ne ikiyüzlülük!  Çocuk pornosu internetle birlikte ortaya çıkmış bir sorun değil. Bu sorun toplumsal ve çocuğun korunması için cezai tedbirlerden çok daha fazlası gerek. Türkiye on yıl önce Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne imza koydu ve bu konuda hiç bir şey yapılmadı. İnternetin yaygınlaşması ülkenin kalkınması için stratejik bir önem taşıyor. Hükümet ve pederşahi iktidar bağımlısı medya çocuğu bir kez daha istismar ediyor; interneti sansürleyerek disiplin altına alma, onu “medyatize” ederek magazin ve reklama indirgeme hayalleri kuruyor. Olan çocuklarımıza ve hukuka oluyor.” (“Çocuk istismarından internet istismarına Türkiye…” http://www.ozguruckan.com/?p=574)

İnternetle ilgili sansür mekanizmalarının şu anda yaşadıklarımızla sınırlı kalmayacağını, hatta sansürün ötesine geçip, özel hayatımızın gizliliğinin ihlal edileceğini, internet erişimimizin, yani iletişim hakkımızın kısıtlanacağını; hatta ve hatta yeni suçlar yaratılıp hapis ve para cezalaryla tehdit edileceğimizi öngörmek için ne yazık ki çok fazla işaret var. Ekim ayında yeni bir Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu çıkarılıyor ve bu yasanın, Fransa’da Anayasa Mahkemesi tarafından yargının dışında keyfi bir otorite tesis ettiği ve vatandaşların iletişim hakkına kastettiği için reddedilen HADOPI yasasının ilk versiyonunun bir çevirisi olduğunu duyuyoruz. Bu yasa kimin internetten ne indirdiğini anlamak için tüm iletişimimizin anayasaya aykırı bir biçimde izlenmesi ve kayıt altına alınmasından, internet erişiminin kesilmesi ve para, hapis cezalarına kadar çok sayıda olumsuzluk içeriyor. Aynı şekilde, hali hazırda düzenlenmiş olmasına rağmen bilişim suçlarıyla ilgili ölçüsüz cezalar getirecek bir ceza kanunu da söylentiler arasında. RTÜK, geleneksel medyanın yanı sıra internet medyasını, IPTV başta olmak üzere görsel-işitsel internet yayınlarını denetlemek için hazırlık yapıyor. Kurum Ulaştırma Bakanlığı’na bağlanıyor ve BKT / TİB ile birlikte yeni bir online “muzir kurulu”na sahip oluyoruz. Bu kurumların mevcut faaliyetlerine bakarak daha ne kadar ileriye gidebileceklerini kestirmek mümkün. Kısacası karanlık günler bizi bekliyor.

Neyse ki hayırlı gelişmeler de olmuyor değil. Mesela ilk kez bir iş grubu, dijital reklam ajansları internet sansürüne karşı bir deklarasyon yayınlıyor (“İnternet Geleceğimizdir”, http://www.internetgelecegimizdir.com/). Aralarında Cyber-rights, İNETD, Sansüresansür, Netdaş, LKD, EMO, TMMOB, TİHV, TİEV, TZV, Türk Kütüphaneciler Derneği, ÜNAK, BİTDER, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Bilişim Muhabirleri Derneği, Ekşi Sözlük,  Neonebu, Kaos GL, Genç Siviller, Bianet gibi çok farklı oluşumların bulunduğu 50’ye yakın sivi toplum kuruluşu, sivil inisiyatif, haber ağı, web sitesi, ilk kez, internette sansüre karşı güçlerini birleştirmek üzere bir Ortak Platform kurdu (http://www.sansursuzinternet.org.tr/). Platform’un yayınladığı deklarasyon TBMM’de Ulaştırma Bakanı’nın karşısına soru formatında çıktı. Bu girişimler ulusal ve uluslararası medyada da geniş yankı buluyor. İnternet kullanıcıları, iş örgütleri, bilgi ve iletişim teknolojileriyle ilgili kuruluşlar tepkilerini giderek daha örgütlü bir biçimde yükseltiyor. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım başta olmak üzere, otoritelerin söylemlerindeki rahatsız ton bu tepkilerin adresine ulaştığını gösteriyor.

Kimi internetin suça, ahlaki çöküşe, köktenciliğe, terörizme, dilin yozlaşmasına, bilgi çöplüğüne, fikir hırsızlığına, insanların birbirlerinden yalıtılmasına yol açtığını iddia eder; kimi de demokrasi, özgürlük, refah, işbirliği, yeni işler, ekonomik büyüme, katılım, daha iyi eğitim gibi değerleri getirdiğini… Ama internet “karşıt eğilimlerin bir alanı”dır ve mevcut risklerle birlikte mümkün fırsatlar sunar. Hukuk devletleri bu alanı yasaklar ve engellemelerle değil hak ve özgürlükler ve toplum faydası temelinde düzenlemeye çalışıyor.

Bizde ise devlet internete yönelik ciddi bir tehdit algısı geliştirdi. Bunun nedeni internet değil, devletin küresel yönetim paradigmalarıyla yaşadığı uyumsuzluk. Özellikle de yönetişim, yani şeffaflık, sorumluluk ve hesap verebilirlik konusunda ciddi sorunlar var. Ülkeyi yönetilemez hale getiren merkeziyetçi yönetim saplantısının ve bir türlü tedavi edilememiş bölünme paranoyasının bu uyumsuzlukta payı büyük. Dolayısıyla internet düzenlemeleriyle ile ilgili en önemli sorun, aslında diğer hayati konulardaki sorunumuzla aynı: yönetişim fobisi. Devlet internete yasakçı bir zihniyetle yaklaşıyor; tehdit olarak gördüğü bilgi akışını tamamen denetimi altına almaya çalışıyor; başarısız olmaya mahkum bu yaklaşımla ne riskleri yönetebiliyor ne de fırsatları değerlendirebiliyor.  Bu denklemde toplum geçici olarak kaybedendir, ama asıl kaybeden bizi geçen yüzyılın paradigmalarıyla yönetmeye çalışanlar olacaktır.

Özgür Uçkan

Mücadeleye Devam, Her Şeye Rağmen Yalnız Değilsin

Davut Topcan ile geçtiğimiz yıl bu zamanlarda tanıştık. Onun kanser hastası olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. İnsan boylu postlu genç bir adamla kanser kelimesini yan yana getiremiyor. Aslında o zaman da Davut etrafına verdiği pozitif enerjisi, altında motosikleti ile kansere nasıl meydan okuduğunun mesajını başarıyla iletiyordu. Şimdi düşünüyorum da, Atatürk’ün Savarona yatını birlikte dolaşırken siyah deri ceketi ve eldivenleri, elinde kaskı, etrafına merakla bakan Davut’u hayatımın içine bu derece alabileceğim hiç aklıma gelmezdi.

Aradan geçen bir yıl içinde onun ikinci kez kanseri yendiğine sahit olduk. “Her Şeye Rağmen Yalnız Değiller” Projesi ile tüm Türkiye’yi dolaşarak kanserli hastalara el uzattığını, umut verdiğini yaşadık hayranlıkla hep beraber. Televizyonlarda, gazetelerde, üniversitelerde kanseri, mücadelesini anlattı, paylaştı, etrafını aydınlattı Davut. 2010’a ise yepyeni bir sosyal sorumluluk projesi ile girdi; çok sevdiği dansı kanserle mücadelesine dahil etti. Geçen ay Kaynağım İnsan’nın konuk yazarı oldu ve Sosyal Sorumluluk projelerinde İnsan Kaynakları Yönetimi üzerine olan görüşlerini yazdı.

Derken bugün yeni yazısını okudum blogunda onun. Yine şaşırdım. Davut hep şaşırtıyor beni. Biraz nefeslenmişti ki, kanser üçüncü kez kapısını çaldı.

Çok zor bir yol seninki.

Diliyorum, hepimize örnek olmaya, ilham vermeye, gücünü göstermeye devam edeceksin. Seni takipteyim.

‘Mücadeleye devam’ diyorum Sevgili Davut’cuğum, Her Şeye Rağmen Yalnız Değilsin 🙂

Yeşil İşler

greenjobsYaşanan çevre felaketleri ve  küresel ısınma, dünya için büyük sorun oluşturmaya ve ekonomik kayıplar yaratıyor. Bununla birlikte bu zararı azaltmak ve dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirmek için de çalışmalar yapılıyor. Kyoto Protokolü uygulamaları, yenilenebilir enerji kaynakları yatırımları, karbon vergisi, çevre bilinci oluşturma çabaları bunlardan bazıları. Bu çabalar ise yeni iş çeşitleri ve çok sayıda yeni meslek ortaya çıkarıyor. İşte yeşil işler bu şekilde ortaya çıkıyor. Çevreye verdiğimiz zararı fark ettiğimiz anda, bu zararı azaltacak veya ortadan kaldıracak meslekler ve işler gelişmeye başladı. Özellikle karbon vergisinin ilerleyen yıllarda çoğu ülkede uygulanmaya başlamasıyla birlikte, daha çok kurum yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelecek. Bu da yeşil işlere ve yeşil yakalılara olan ilgiyi yükseltecek.

Dünyada çokça yeşil iş ve yeşil meslek var ve daha da yeni yeşil işler ortaya çıkacak. Şimdiye kadar duyduklarımın bazıları şunlar:

√ Yenilenebilir Enerji Danışmanı / Uzmanı / Mühendisi
√ Rüzgar Enerjisi Uzmanı / Teknikeri
√ Yeşil Pazarlama (Green Marketing) Danışmanı,
√ Karbon Satış Uzmanı,

√ Yeşil İnsan Kaynakları Yönetmeni,

√ Yenilenebilir Enerji Hukuku (Çevre ve Enerji Hukuku) Uzmanı /Danışmanı,

√ Organik Tarım Mühendisi,

√ Doğal Yaşam Koçu,

√ Yeşil (Ekolojik) Turizm / Tatil Danışmanı,

√ Isı Yalıtım Uzmanı,

√ Çevre Mühendisi,

√ Ekolojik Bina Tasarımcısı / Mimarı,

√ Atık Su Uzmanı/Mühendisi,

√ İçilebilir Kullanılabilir Su Uzmanı/Mühendisi

Türkiye de ise yeşil işler daha yeni gelişmeye başlıyor, bu yüzen şu anda yeşil mesleklerin sayısı yabancı ülkelere göre daha az görünüyor.  Yenilenebilir Enerji Danışmanı, Yenilenebilir Enerji Mühendisi, Rüzgar Enerjisi Uzmanı, Organik Tarım Mühendisi, Doğal Yaşam Koçu,  Isı Yalıtım Uzmanı, Çevre Mühendisi bunlardan bazıları. Hem kamu, hem özel sektöründe yeşil işler ile ilgili ilerleyen yıllarda daha çok istihdam olacak gibi görünüyor. Türkiye’de daha çok Organik Tarım ve Rüzgar Enerjisi alanında yoğunlaşma olduğunu söyleyebiliriz. Şu anda çoğu büyük şirket de enerji ihtiyaçlarını azaltmak ve yenilenebilir enerji kullanabilmek için çalışmalara başlamış durumda. İlerleyen yıllarda daha çok şirketin yeşil enerjiye yönelebileceğini düşünüyorum.

Yeşil işlerin gelişebilmesi için bu alanda çalışacakların eğitimi de büyük önem taşıyor. Türkiye’de şu anda yeşil işlerle ilgili eğitim veren kurum sayısı az. Bu alanda eğitim veren kurumlara gelince:

İstanbul Teknik Üniversitesi’nde bulunan Enerji Enstitüsü de enerji mühendisi yetiştiriliyor. Geçmişte bu bölüm, nükleer enerjiye odaklanmışken şu anda yenilenebilir enerji ve konvansiyonel enerji ile de ilgili branşlarda da eğitim veriyor.

Bu alanlarda eğitim verilen başka bir bölümde Bahçeşehir Üniversitesinde açılan Enerji Sistemleri Mühendisliği Bölümü. Bu bölüm mezunlarını oldukça güzel işlerin bekliyor.

Rüzgar enerjisi alanında, ülkemizde yüksek lisans ve doktora eğitimi veren bir kurum var. Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Rüzgar Enerjisi Araştırma Merkezi. Burada rüzgar enerjisi, rüzgar türbinleri ve teknolojileri üzerine eğitimler veriliyor. Mezunları iş bulma konusunda çok şanslı görünüyor.

Enerji hukuku alanında çalışan “Enerji Hukuku Araştırma Enstitüsü” ve “Banka Ve Ticaret Hukuku Araştirma Enstitüsü” var. Bu kurumlar da enerji hukuku alanında sertifika veriyor.

Yeşil işler ile ilgili istihdamda da önem taşıyan bir konu. Daha önce, Pazarlama Blogu’nda yeşil işlerle ilgili yazdığım bir yazıyla ilgili, internette araştırma yaparken, Türkiye’de yeşil işler alanında,elli bin kişinin çalıştığına dair yazılar ve araştırmalar okudum.Tabi bunun şimdiden tahmin edilmesi zor ama yapılan araştırmalar ve yatırımları göz önüne alarak  birkaç sene içinde bu sayının artması muhtemel görünüyor. Hatta yeni meslekler bile ortaya çıkabilir. Bu da yeni istihdamlar yaratabilir. Bu istihdamları değerlendirmek için sadece yeşil işler üzerine uzmanlaşan İ.K ve Danışmanlık şirketleri ilerleyen yıllarda büyük başarılar elde edebilirler.

Yeşil yakalılar, öncelikle dünyaya çok büyük bir artı katacaklar. Dünyanın katı yakıtlarla kirlenmesine engel olacak, dünyanın daha güzel, daha doğal ve daha yaşanabilir bir yer olmasına büyük katkı sağlayacaklar. Şu anda yeşil işlerle ilgili alanlarda eğitim veren çok fazla yer olmaması ileride bu alanda büyük iş gücü açığı olabileceğini gösteriyor. Bu yüzden Yeşil yakalılar, ilerleyen yıllarda, mesleklerinde uzmanlaştıklarında sektörlerinde aranılan kişi haline gelecekler. Bu da çalışma şartları ve maddi olanakları daha yüksek bir işleri olacağı anlamına geliyor.

Ama bu alanda çalışacakların unutmaması gereken önemli bir şey var: Geleceğin yeşil meslekleri, karma disiplinlerden/işlerden oluşan, yaratıcılık ve hayat boyu eğitim/değişim/gelişim gerektiren meslekler olacak. Bu yüzden yeşil işlerde çalışmak isteyen/çalışan kişilerin, kendilerini sürekli yetiştirmeleri, alanları dışında, pazarlama, iletişim, reklam, psikoloji,sosyoloji gibi disiplinler hakkında da bilgi sahibi olmaları gerekiyor.

Cengiz Çatalkaya – Pazarlama Blogu.Com